Ocak'13
Son otuz yılda savaşın türlü hallerini
yaşadık. Devlet denen yapının ne derece güç, şiddet ve kontrol odaklı bir
algıyla hareket ettiğini ve bunun hepimiz üzerindeki tezahürünü gördük, görmeye
de devam ediyoruz.
Ana akım medyadan da rahatlıkla
takip edilebileceği üzere bir sürecin başlamasına yönelik "başlangıç
adımları" mevcut. Gel gelelim bu sürecin toplumdaki öznelere açık bir
şekilde mi işletileceği yoksa "biz bunları konuştuk artık ne çıkarsa
bahtınıza" cümlesiyle özetlenebilecek bir durumla mı karşılaşacağımız
muallak. Açık sürdürülmeyecek böyle bir sürecin iktidar partisi tarafından
politik manevralarla manipüle edileceği ve cumhurbaşkanlığı-başkanlık sistemi
tartışmalarında elini güçlendirmek üzere kullanılacağı aşikar.
Derdim 30 yıldır dökülen kandan
kurumuş bu topraklara, yağmaya çalışan barış yağmurundan filizlenecek fidanları
kırıp atmak değil. Asırlık çınarlar, küçük fidanların mahsulüdür ancak o
raddeye gelebilmeleri için bir "süreç" geçirmeleri gerekir. Gerçek
bir barış için, kana doymuş bu toprakların, kanın zehrinden, kininden arınması
gerekir. Bu sürecin siyasi aktörlerinin hangi öncüller ve motivasyonlarla
hareket ettiklerini irdelediğimizde ne yazık ki Güney Afrika'daki gibi bir
yüzleşme sürecinin vuku bulması zor görünüyor.
Çok kabaca olsa da, iktidarın
eylemlerine ve söylemlerine bakıldığında yapılan pazarlıklarda, devam eden bir
çatışmayı engelleme ve sorunu hafifleterek sürece yayma çabası görünüyor.
Ortadoğu konusunda tutunabileceği, işler durumda herhangi bir politikası
kalmayan AKP, Kürt coğrafyasındaki
sorunun sadece bir ayağıyla ilgilenen bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Ne
zamandır, Enver Paşa'nın minyatürü gibi davranmaya çalışan Ahmet Davutoğlu'nun
sesini soluğunu duymamamızın bir sebebi de bu. Hele ki Erdoğan'ın
"silahını bırakan başka bir ülkeye gidebilir, engellemeyiz." cümleleri
Kürt mücadelesinin amaçlarını, hedeflerini algılamaktan ne derece uzak olduğunu
gösteriyor. Diğer bir ihtimal ise Erdoğan'ın konuyu manipüle ederek bu
hedefleri, talepleri görmezden gelme çabasıdır ki bu ihtimal iktidarın düşünce
yapısıyla ve geçmiş eylemleriyle birebir örtüşmektedir. Habur ile başlayan
süreçten sonra da gördüğümüz üzere AKP, hala kendi algısından taviz vermeden
meseleyi bir ateşkes pazarlığına indirgemeye çalışıyor. Başbakanın "Kürt
kardeşim" olarak bahsettiği ve kendisine tabi bir topluluğun yaşadığı bir
kaç problemi çözerek, biatı sağlamaya çalıştığı bir algı toplumsal bir çözümün
anahtarı olamaz. Geçmiş deneyimlere göz atarsak, Erdoğan'ın çok sevdiği
Akif'ten alıntılamak yerinde olacaktır:
Geçmişten
adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarih-i tekerrür diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?
Çok kısaca değinmek istediğim bir nokta da Ortadoğu nam bölgenin yeniden yapılandığı bu yapı bozumcu dönemde PKK'nin nasıl bir misyon üstleneceği. İrfan Aktan'ın "Kürt sorununa Osmanlı çözümü: Hilâl taktiği" yazısında ayrıntılı olarak irdelediği üzere PKK'nin bu bölgede önemli ve güçlü bir askeri, politik gücünün olduğu muhakkak. Böyle bir konjonktürde, Kürt hareketinin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı gerçeği ortadayken, Erdoğan'ın tahakküm kurmaya çalışan tavırlarına cevaben gerillalarının silahlarını bıraktığını görecek miyiz bilemiyorum.
Konuyu
sadece PKK'nin varlığı ve eylemleriyle kısıtlamanın doğru olmadığı
kanaatindeyim. Zira Kürt hareketinin mücadele alanları, biçimleri oldukça
çeşitlenmiş durumda. Her ne kadar ağırlık noktası, Kürt halkının varlığının,
kimliğinin ve haklarının TC'de meşruiyetini sağlamak olsa da HDK,DTK gibi
yapılarla girişilen mücadele alanları harekete farklı bir kimlik kazandırmış
durumda. Kürt hareketinin içerisinde yer alan bir çok kadının sahiplendikleri
feminist kimlik, hareket içerisinde yer alıp sosyalist kimliğini eylemleriyle
de ortaya koyan kişiler, Türkiye'deki LGBT hareketinin en güçlü olduğu illerden
birinin Diyarbakır olması bu tabloyu somutlaştırıyor. Özellikle 1980 sonrası
yoğunluk kazanan, 90'larda köylerin yakılmasıyla artan göçlerin yarattığı ucuz
iş gücü, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşmasıyla beraber "proteleryanın Kürtleşmesi"
diyebileceğimiz bir eğilim de mevcut. İktidarın son 10 yılda rüyasında
"inşaat ya Resulallah"[1]
cümlesini kurmuşçasına sürdürdüğü inşaat politikalarının hizmet ettiği rant
mekanizmalarının ve "sürdürülebilir yoksulluk" sürecinin en alt
basamağında kalanlar yine Kürtler olmuştur.[2] Bu
tespitle farklı etnik yapıların bu süreçten etkilenmediğini veya kar
sağladığını söylemiyorum, bu yorumu bu şeklide nitelendirmek indirgemeci ve art
niyetli bir yaklaşım olacaktır. Bütün
bunlarla beraber, demokratik özerkliğin ilan edildiği dönemde ekonomik sistem
tartışmalarının seyrine ve alternatif yapılanma söylemine yönelik en çabuk ve
statükocu tepkinin Diyarbakır Ticaret Odası'ndan geldiğini de unutmamak
gerekir. Türkiye'deki sol ve çeşitli özgürlükçü,muhalif hareketlerin de Kürt
hareketiyle olan bağlarını, dayanışmalarını göz önüne alırsak durumun ne derece
çetrefilleştiği görülüyor. Bu sebeple Kürt hareketini PKK'nin tekelinde olarak
değerlendirmek oldukça yanıltıcı ve indirgemeci bir görüştür.
Hali hazırda herhangi bir muhalif
hareket yoktur ki iktidarın gözünde mahkum edilmemiş ve hukuki olarak da suç
isnat edilmemiş olsun. Böyle bir ortamda "nasıl bir barış" döneminden
bahsediyoruz? Barış dediğimiz şeyi PKK-TSK arasında bir ateşkesle
sınırlandırmıyorsak bu konuda kat edilmesi gereken çok yol var. Bu ateşkes bile
devletin varlık, güç ve adalet algısı değişmediği sürece devam etmesi zor bir
hâl. Örneğin, Öcalan'la müzakere etmek ve bu müzakerenin ateşkesle sonuçlanması
göz altında taciz ve tecavüz suçlarını ortadan kaldırmayacaktır. Aynı örnek
üzerinden gidecek olursak Sedat Selim Ay gibi bir varlığın cezalandırılmaması,
onun temsil ettiği algının devlet kademesinde yer almaya devam etmesi durumunda
bir değişiklik olmayacaktır.
İktidarın toplumun her noktasında
yönelik faşizan müdahaleleri, 30 yıldır yaşanan savaş koşullarının getirdiği
bir devlet refleksidir ki devlet mekanizmasını özümseyerek ve severek kullanan
AKP bu reflekslerden ayrık değildir. İronik olarak, devlet iktidarını ve gücünü
bu derece hakim kılan anlayışın ve sürecin mağdurları arasında 90'lı yıllarda
savaşı tırmandıran ve artık yöntem olarak işe yaramadığı için ortadan
kaldırılan askeri,toplumsal boyutlarıyla ulusalcı kanat da vardır. Çözüm
dediğimiz kavram bütün bu yapılanmalardan ayrık değildir.
Bütün bunlar tartışılırken bunca
yıllık süreçte yaşanan adaletsizlikler, baskılar, katliamlar bütün bunların
sadece toplumsal hafızada değil bireylerin yaşamlarında, deneyimlerinde ve ruh
hallerinde yarattığı iz düşümlere değinilmemesi oldukça büyük bir eksikliktir.
Savaş veyahut mücadele sadece TSK-PKK arasındaki bir silahlı çatışmadan ibaret
değildir. Devlet politikaları, buna karşı oluşan tepkiler, muhalefetin ve
mücadelenin yeşerdiği alanlar "savaş" dediğimiz mefhumun birer
parçalarıdır. "Fırtına Kuşağı" olarak tabir edilen neslin kafasındaki
devlet, toplum ve düzen algılarının basit ve yüzeysel bir ateşkesle ne derece
değişip dönüşeceğini veya bu insanların taleplerinin, uğruna mücadele ettikleri
hayat tahayyüllerinin bir köşeye atılacağını düşünmek aymazlıktır. Böylesine
düz bir akıl yürütmeyi "0 ve 1" den oluşan Aristocu mantık bile meşru
kılamaz.
Bütün bunlar olurken devletin
karşısında Kürt hareketinin ne yaptığı, nasıl politikalar oluşturduğu
ciddiyetle ve ayrıntılı olarak ele alınması gereken bir konu. Zira devletin
politika alanına kısıtlanmış bir mücadele yenilgiye mahkumdur. Mevzu, devletle
pazarlığa indirgeyen bir anlayış her zaman mücadelenin öznelerini kısıtlayacak
ve taban hareketinin etkisini, varlığını ve sürekliliğini zedeleyecektir.
Şimdiye kadarki döneme baktığımızda muhalif hareketin en etkili yöntemi birebir
yerel inisiyatiflere dayanan ve bireylerin de kişisel inisiyatiflerini de öne
çıkarabilen "sivil itaatsizlik" eylemleri olmuştur. Mücadeleyi hem
devletin iktidar alanından çıkarmış hem de onun ve kullandığı kurumların(eğitim,din
kurumları vs.), bir nevi ideolojik aygıtlarının toplumsal meşruiyetini
tartışmaya açmıştır. Gel gelelim bu süreçten sonra Kürt hareketinde, devleti
muhatap alıp onunla pazarlık masasına oturarak sorunları çözme hastalığı
nüksetmiştir. Burada müzakereleri yürüten odak BDP olmamış, inisiyatif almaktan
tabir yerindeyse kaçınmıştır. Bu durumda sayısı on binlere varan KCK
tutuklamalarının etkisi kuşkusuz ki mevcuttur. Ancak bahsi mevzu olan davranış
sadece fiziksel ve reel bir durumun zorladığı koşul değil, bir algı
meselesidir. Savaşı veren, bu mücadeleyi sürdüren, acısını çeken sadece
Abdullah Öcalan değildir. Her sorunun çözümünü tek bir kişiye yüklemek de
inisiyatiften, sorumluluktan ve mücadeleden kaçınmaktır. Bu duruma ilaveten
Kürt hareketi dışında, bu süreçte inisiyatif alabilecek özellikle toplumsal tabanı
olan sivil toplum örgütlerinin, siyasi inisiyatiflerin çıkmaması barış
görüşmelerini devlet ve Kürtler ikiliğine indirgemektedir. Bütün yükü ve
sorumluluğu Kürt hareketine yükleyip yüksek siyasete kapılmadan bir sivil
muhalefet örgütlemek Türkiye muhalefetinin başlıca sorumluluğudur. Eğer barışı
toplumsal bir çözüm, toplumsal bir barış olarak görüyorsak, bu kısır
müzakereler sonucu ortaya çıkmayacaktır.
Meclis içi muhalefete bakacak
olursak, MHP'nin tavrına ayrıntılı olarak değinmeye gerek bile duymuyorum.
İktidar perspektifiyle, Öcalan karşı tarafın lideridir ve müzakereler onunla
yürütülebilir. Bu algı içerisinde bile çok basit bir denklem vardır.
"Barış" savaştığın tarafla yapılır. Savaşta muhatabın kimse barış
görüşmelerinde de odur ki aksi bir durum ne tutarlı ne de mümkündür. Vurgulamak
istediğim noktanın savaşın sadece silahlı güçler arasında olmadığıdır, daha
kurduğum denklemi bile algılayamayacak bir ideolojiye hapsolmuş olan MHP'nin
herhangi bir biçimde rol üstlenmesi imkan dahilinde değildir. CHP'nin
Paris'teki saldırılardan sonra Hüseyin Aygün vakasında gösterdiği reaksiyon
"statüko" kavramıyla ne kadar içli dışlı olduğunun örneklenmesi
açısından oldukça elverişlidir. Bundan dolayı bu iki partinin bu sürece yapıcı
anlamda bir katkı yapması mümkün değildir. Yer alabilecekleri yegane pozisyon
AKP'nin kurmaya çalıştığı devlet merkezli algının içidir.
Sonuç olarak defaten tekrarladığım
üzere, "barış" Öcalan-AKP müzakereleri sonucu ortaya çıkacak bir
toplumsal durum değildir. Buna ancak ateşkes demek mümkün olabilir. 30 yıldır
süren bu mücadele toplumun farklı noktalarıyla, odaklarıyla çeşitli ilişkiler
kurmuş, bu süreçte devlet de kendi iktidar alanlarını topluma dayatmıştır.
Gerçek bir barış için samimi bir yüzleşme, hesaplaşma gerekmektedir. Bu da
düzenin her açıdan, her algıdan yeniden sorgulanması ve kurgulanması demektir. "Hukuk"a karşı "adalet"i
savunma tabiri mücadelenin devlete ait yapılara dair bakışını, tavrını da net
bir biçimde ortaya koymaktadır. Yükseltilmesi gereken hareket sivil toplumsal
muhalefettir. Bu gerçekleşmediği, ve çözüm bulunmadığı sürece Kürtlerden TC
içerisinde 'beraber yaşama iradesi' göstermelerini beklemek en hafif tabirle
ayıptır. Barış yolu çetrefillidir ancak 30 yıldır süren bu savaşın safhaları ve
halka yaşattıkları göz önüne alındığında bu zorluk ummanda bir damladır.
Bu yazı aynı zamanda, Kültürel Çoğulcu Gündem'de ve BGST.org' da yayınlanmıştır...
YanıtlaSil1-http://www.daplatform.com/news.php?nid=25808
2-http://bgst.org/ulke-gundem/barisin-halleri