23 Ocak 2013 Çarşamba

Barışın Hâlleri



Ocak'13
                              
            Son otuz yılda savaşın türlü hallerini yaşadık. Devlet denen yapının ne derece güç, şiddet ve kontrol odaklı bir algıyla hareket ettiğini ve bunun hepimiz üzerindeki tezahürünü gördük, görmeye de devam ediyoruz.

            Ana akım medyadan da rahatlıkla takip edilebileceği üzere bir sürecin başlamasına yönelik "başlangıç adımları" mevcut. Gel gelelim bu sürecin toplumdaki öznelere açık bir şekilde mi işletileceği yoksa "biz bunları konuştuk artık ne çıkarsa bahtınıza" cümlesiyle özetlenebilecek bir durumla mı karşılaşacağımız muallak. Açık sürdürülmeyecek böyle bir sürecin iktidar partisi tarafından politik manevralarla manipüle edileceği ve cumhurbaşkanlığı-başkanlık sistemi tartışmalarında elini güçlendirmek üzere kullanılacağı aşikar.

            Derdim 30 yıldır dökülen kandan kurumuş bu topraklara, yağmaya çalışan barış yağmurundan filizlenecek fidanları kırıp atmak değil. Asırlık çınarlar, küçük fidanların mahsulüdür ancak o raddeye gelebilmeleri için bir "süreç" geçirmeleri gerekir. Gerçek bir barış için, kana doymuş bu toprakların, kanın zehrinden, kininden arınması gerekir. Bu sürecin siyasi aktörlerinin hangi öncüller ve motivasyonlarla hareket ettiklerini irdelediğimizde ne yazık ki Güney Afrika'daki gibi bir yüzleşme sürecinin vuku bulması zor görünüyor.

            Çok kabaca olsa da, iktidarın eylemlerine ve söylemlerine bakıldığında yapılan pazarlıklarda, devam eden bir çatışmayı engelleme ve sorunu hafifleterek sürece yayma çabası görünüyor. Ortadoğu konusunda tutunabileceği, işler durumda herhangi bir politikası kalmayan AKP,  Kürt coğrafyasındaki sorunun sadece bir ayağıyla ilgilenen bir çizgi tutturmaya çalışıyor. Ne zamandır, Enver Paşa'nın minyatürü gibi davranmaya çalışan Ahmet Davutoğlu'nun sesini soluğunu duymamamızın bir sebebi de bu. Hele ki Erdoğan'ın "silahını bırakan başka bir ülkeye gidebilir, engellemeyiz." cümleleri Kürt mücadelesinin amaçlarını, hedeflerini algılamaktan ne derece uzak olduğunu gösteriyor. Diğer bir ihtimal ise Erdoğan'ın konuyu manipüle ederek bu hedefleri, talepleri görmezden gelme çabasıdır ki bu ihtimal iktidarın düşünce yapısıyla ve geçmiş eylemleriyle birebir örtüşmektedir. Habur ile başlayan süreçten sonra da gördüğümüz üzere AKP, hala kendi algısından taviz vermeden meseleyi bir ateşkes pazarlığına indirgemeye çalışıyor. Başbakanın "Kürt kardeşim" olarak bahsettiği ve kendisine tabi bir topluluğun yaşadığı bir kaç problemi çözerek, biatı sağlamaya çalıştığı bir algı toplumsal bir çözümün anahtarı olamaz. Geçmiş deneyimlere göz atarsak, Erdoğan'ın çok sevdiği Akif'ten alıntılamak yerinde olacaktır:
Geçmişten adam hisse kaparmış.. Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa, yarım hisse mi verdi?
Tarih-i tekerrür diye ta'rif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi ?

            Çok kısaca değinmek istediğim bir nokta da Ortadoğu nam bölgenin yeniden yapılandığı bu yapı bozumcu dönemde PKK'nin nasıl bir misyon üstleneceği. İrfan Aktan'ın "Kürt sorununa Osmanlı çözümü: Hilâl taktiği" yazısında ayrıntılı olarak irdelediği üzere PKK'nin bu bölgede önemli ve güçlü bir askeri, politik gücünün olduğu muhakkak. Böyle bir konjonktürde, Kürt hareketinin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı gerçeği ortadayken, Erdoğan'ın tahakküm kurmaya çalışan tavırlarına cevaben gerillalarının silahlarını bıraktığını görecek miyiz bilemiyorum.  
            Konuyu sadece PKK'nin varlığı ve eylemleriyle kısıtlamanın doğru olmadığı kanaatindeyim. Zira Kürt hareketinin mücadele alanları, biçimleri oldukça çeşitlenmiş durumda. Her ne kadar ağırlık noktası, Kürt halkının varlığının, kimliğinin ve haklarının TC'de meşruiyetini sağlamak olsa da HDK,DTK gibi yapılarla girişilen mücadele alanları harekete farklı bir kimlik kazandırmış durumda. Kürt hareketinin içerisinde yer alan bir çok kadının sahiplendikleri feminist kimlik, hareket içerisinde yer alıp sosyalist kimliğini eylemleriyle de ortaya koyan kişiler, Türkiye'deki LGBT hareketinin en güçlü olduğu illerden birinin Diyarbakır olması bu tabloyu somutlaştırıyor. Özellikle 1980 sonrası yoğunluk kazanan, 90'larda köylerin yakılmasıyla artan göçlerin yarattığı ucuz iş gücü, mevsimlik işçiliğin yaygınlaşmasıyla beraber "proteleryanın Kürtleşmesi" diyebileceğimiz bir eğilim de mevcut. İktidarın son 10 yılda rüyasında "inşaat ya Resulallah"[1] cümlesini kurmuşçasına sürdürdüğü inşaat politikalarının hizmet ettiği rant mekanizmalarının ve "sürdürülebilir yoksulluk" sürecinin en alt basamağında kalanlar yine Kürtler olmuştur.[2] Bu tespitle farklı etnik yapıların bu süreçten etkilenmediğini veya kar sağladığını söylemiyorum, bu yorumu bu şeklide nitelendirmek indirgemeci ve art niyetli bir yaklaşım olacaktır.  Bütün bunlarla beraber, demokratik özerkliğin ilan edildiği dönemde ekonomik sistem tartışmalarının seyrine ve alternatif yapılanma söylemine yönelik en çabuk ve statükocu tepkinin Diyarbakır Ticaret Odası'ndan geldiğini de unutmamak gerekir. Türkiye'deki sol ve çeşitli özgürlükçü,muhalif hareketlerin de Kürt hareketiyle olan bağlarını, dayanışmalarını göz önüne alırsak durumun ne derece çetrefilleştiği görülüyor. Bu sebeple Kürt hareketini PKK'nin tekelinde olarak değerlendirmek oldukça yanıltıcı ve indirgemeci bir görüştür.

            Hali hazırda herhangi bir muhalif hareket yoktur ki iktidarın gözünde mahkum edilmemiş ve hukuki olarak da suç isnat edilmemiş olsun. Böyle bir ortamda "nasıl bir barış" döneminden bahsediyoruz? Barış dediğimiz şeyi PKK-TSK arasında bir ateşkesle sınırlandırmıyorsak bu konuda kat edilmesi gereken çok yol var. Bu ateşkes bile devletin varlık, güç ve adalet algısı değişmediği sürece devam etmesi zor bir hâl. Örneğin, Öcalan'la müzakere etmek ve bu müzakerenin ateşkesle sonuçlanması göz altında taciz ve tecavüz suçlarını ortadan kaldırmayacaktır. Aynı örnek üzerinden gidecek olursak Sedat Selim Ay gibi bir varlığın cezalandırılmaması, onun temsil ettiği algının devlet kademesinde yer almaya devam etmesi durumunda bir değişiklik olmayacaktır. 

            İktidarın toplumun her noktasında yönelik faşizan müdahaleleri, 30 yıldır yaşanan savaş koşullarının getirdiği bir devlet refleksidir ki devlet mekanizmasını özümseyerek ve severek kullanan AKP bu reflekslerden ayrık değildir. İronik olarak, devlet iktidarını ve gücünü bu derece hakim kılan anlayışın ve sürecin mağdurları arasında 90'lı yıllarda savaşı tırmandıran ve artık yöntem olarak işe yaramadığı için ortadan kaldırılan askeri,toplumsal boyutlarıyla ulusalcı kanat da vardır. Çözüm dediğimiz kavram bütün bu yapılanmalardan ayrık değildir.

            Bütün bunlar tartışılırken bunca yıllık süreçte yaşanan adaletsizlikler, baskılar, katliamlar bütün bunların sadece toplumsal hafızada değil bireylerin yaşamlarında, deneyimlerinde ve ruh hallerinde yarattığı iz düşümlere değinilmemesi oldukça büyük bir eksikliktir. Savaş veyahut mücadele sadece TSK-PKK arasındaki bir silahlı çatışmadan ibaret değildir. Devlet politikaları, buna karşı oluşan tepkiler, muhalefetin ve mücadelenin yeşerdiği alanlar "savaş" dediğimiz mefhumun birer parçalarıdır. "Fırtına Kuşağı" olarak tabir edilen neslin kafasındaki devlet, toplum ve düzen algılarının basit ve yüzeysel bir ateşkesle ne derece değişip dönüşeceğini veya bu insanların taleplerinin, uğruna mücadele ettikleri hayat tahayyüllerinin bir köşeye atılacağını düşünmek aymazlıktır. Böylesine düz bir akıl yürütmeyi "0 ve 1" den oluşan Aristocu mantık bile meşru kılamaz. 

            Bütün bunlar olurken devletin karşısında Kürt hareketinin ne yaptığı, nasıl politikalar oluşturduğu ciddiyetle ve ayrıntılı olarak ele alınması gereken bir konu. Zira devletin politika alanına kısıtlanmış bir mücadele yenilgiye mahkumdur. Mevzu, devletle pazarlığa indirgeyen bir anlayış her zaman mücadelenin öznelerini kısıtlayacak ve taban hareketinin etkisini, varlığını ve sürekliliğini zedeleyecektir. Şimdiye kadarki döneme baktığımızda muhalif hareketin en etkili yöntemi birebir yerel inisiyatiflere dayanan ve bireylerin de kişisel inisiyatiflerini de öne çıkarabilen "sivil itaatsizlik" eylemleri olmuştur. Mücadeleyi hem devletin iktidar alanından çıkarmış hem de onun ve kullandığı kurumların(eğitim,din kurumları vs.), bir nevi ideolojik aygıtlarının toplumsal meşruiyetini tartışmaya açmıştır. Gel gelelim bu süreçten sonra Kürt hareketinde, devleti muhatap alıp onunla pazarlık masasına oturarak sorunları çözme hastalığı nüksetmiştir. Burada müzakereleri yürüten odak BDP olmamış, inisiyatif almaktan tabir yerindeyse kaçınmıştır. Bu durumda sayısı on binlere varan KCK tutuklamalarının etkisi kuşkusuz ki mevcuttur. Ancak bahsi mevzu olan davranış sadece fiziksel ve reel bir durumun zorladığı koşul değil, bir algı meselesidir. Savaşı veren, bu mücadeleyi sürdüren, acısını çeken sadece Abdullah Öcalan değildir. Her sorunun çözümünü tek bir kişiye yüklemek de inisiyatiften, sorumluluktan ve mücadeleden kaçınmaktır. Bu duruma ilaveten Kürt hareketi dışında, bu süreçte inisiyatif alabilecek özellikle toplumsal tabanı olan sivil toplum örgütlerinin, siyasi inisiyatiflerin çıkmaması barış görüşmelerini devlet ve Kürtler ikiliğine indirgemektedir. Bütün yükü ve sorumluluğu Kürt hareketine yükleyip yüksek siyasete kapılmadan bir sivil muhalefet örgütlemek Türkiye muhalefetinin başlıca sorumluluğudur. Eğer barışı toplumsal bir çözüm, toplumsal bir barış olarak görüyorsak, bu kısır müzakereler sonucu ortaya çıkmayacaktır.

            Meclis içi muhalefete bakacak olursak, MHP'nin tavrına ayrıntılı olarak değinmeye gerek bile duymuyorum. İktidar perspektifiyle, Öcalan karşı tarafın lideridir ve müzakereler onunla yürütülebilir. Bu algı içerisinde bile çok basit bir denklem vardır. "Barış" savaştığın tarafla yapılır. Savaşta muhatabın kimse barış görüşmelerinde de odur ki aksi bir durum ne tutarlı ne de mümkündür. Vurgulamak istediğim noktanın savaşın sadece silahlı güçler arasında olmadığıdır, daha kurduğum denklemi bile algılayamayacak bir ideolojiye hapsolmuş olan MHP'nin herhangi bir biçimde rol üstlenmesi imkan dahilinde değildir. CHP'nin Paris'teki saldırılardan sonra Hüseyin Aygün vakasında gösterdiği reaksiyon "statüko" kavramıyla ne kadar içli dışlı olduğunun örneklenmesi açısından oldukça elverişlidir. Bundan dolayı bu iki partinin bu sürece yapıcı anlamda bir katkı yapması mümkün değildir. Yer alabilecekleri yegane pozisyon AKP'nin kurmaya çalıştığı devlet merkezli algının içidir.

            Sonuç olarak defaten tekrarladığım üzere, "barış" Öcalan-AKP müzakereleri sonucu ortaya çıkacak bir toplumsal durum değildir. Buna ancak ateşkes demek mümkün olabilir. 30 yıldır süren bu mücadele toplumun farklı noktalarıyla, odaklarıyla çeşitli ilişkiler kurmuş, bu süreçte devlet de kendi iktidar alanlarını topluma dayatmıştır. Gerçek bir barış için samimi bir yüzleşme, hesaplaşma gerekmektedir. Bu da düzenin her açıdan, her algıdan yeniden sorgulanması ve kurgulanması demektir.  "Hukuk"a karşı "adalet"i savunma tabiri mücadelenin devlete ait yapılara dair bakışını, tavrını da net bir biçimde ortaya koymaktadır. Yükseltilmesi gereken hareket sivil toplumsal muhalefettir. Bu gerçekleşmediği, ve çözüm bulunmadığı sürece Kürtlerden TC içerisinde 'beraber yaşama iradesi' göstermelerini beklemek en hafif tabirle ayıptır. Barış yolu çetrefillidir ancak 30 yıldır süren bu savaşın safhaları ve halka yaşattıkları göz önüne alındığında bu zorluk ummanda bir damladır.


[1] Birim Dergisi, Sayı 270
[2] Nöbetleşe Yoksulluk, Oğuz Işık, M. Melih Pınarcıoğlu

1 yorum:

  1. Bu yazı aynı zamanda, Kültürel Çoğulcu Gündem'de ve BGST.org' da yayınlanmıştır...

    1-http://www.daplatform.com/news.php?nid=25808

    2-http://bgst.org/ulke-gundem/barisin-halleri

    YanıtlaSil