Mart'13
Dün Zafer Diper’in Birgün’de yayınlanan “Bu muydu?! (1)”
yazısını okuma fırsatım oldu. Yazı, yıllarını sanat dünyasına vermiş
ama sonraları bir şekilde hayat koşulları kötüleşmiş, ekonomik durumları
felakete uğramış ve çoğu insanın istemeyeceği bir biçimde yalnız ölmüş
sanatçılardan bahsediyor.
Yazıdaki isimlerin, -Cahide Sonku, Deniz Akbulut, Sami Hazinses, Sevim Şengül, Suphi Kaner, Yıldırım Önal- kimini
duydum, izledim, dinledim kimindense Diper’in yazısı sayesinde haberim
oldu. Yazı, beni bazı kavramlar, söylemler üzerine düşünmeye itti.
Şöyle ki; bir sanatçının kötü bir duruma düşmesine dair ya üzülebilirim
ya da bir şeyler yapabilirim. Sanat camiasında, bugün adına tiyatro
dünyasının en prestijli ödüllerinden biri verilen Afife Jale başta olmak
üzere bir çok hazin hikaye mevcut. Sormak istediğim soru ise şu: Bütün
bu insanlara, insan emeğine, insanın var oluşuna ve umutlarına,
dayanışmaya bıçak bileyen bir sistemin mağdurları oldukları için mi
üzülüp destek vereceğiz yoksa aynı felakete uğrayan diğer insanların
yanı sıra “sanatçı” sıfatına haiz oldukları için mi?
Lütfen bu yazdıklarıma, basma kalıp hezeyanlar ve sanatın ve sanatçının
kutsallığı üzerine söylevlerle tepki verilmesin. Amacım birilerine, bir
şeylere saldırmak, çamur atmak, kimilerinin acılarını
değersizleştirmek, “oh canıma değsin” demek olsaydı yazı yazmaktan başka
yollar tercih etmek hem daha popüler hem de daha kullanışlı olurdu.
Düzene ve onun getirdiklerine, insana verdiği değere dar bakmadan bir
eleştiri yapmak da mümkün, işin eleştiride kalmayıp bir mücadeleye
dönmesi de. “Sanatçısına değer vermeyen ülke, halk” tartışmasından ve
söyleminden birazcık sıkılmaya başladım. Sanatçı kimliğini, toplumdan bu
derece soyutlamak, sanatçıyı bütün koşullardan ve durumlardan bağımsız
üst bir mevkide görmek ve sistemi böyle sorunsallaştırmak ne derece
doğru? Yanlış anlaşılmasın “bu isimler halkın sanatçısı değildiler ondan böyle oldular” gibi bir iddiam, söylemim yok.
Ancak sorunsallaştırma bu şekilde yapıldığında sisteme verilen tepki de
çarpık oluyor. Örneğin, işçi eylemlerinde, cumartesi annelerinin
buluşmalarında üç beş gazeteci toplayıp bir açıklama yapan, herhangi bir
mücadele alanının öznesi ve aktivisti olmadan, “sanatçı” kimliğinin
getirdiği öne çıkarılma haliyle söylemsel olarak “destek” veren
sanatçılar ortaya çıkıyor. Ömer Faruk Kurhan’ın, Sanatçılar Girişimi’nin
şenlikli, küfürlü, ana akım eğilimli Bostancı Kültür Merkezi
organizasyonundan sonra kaleme aldığı bir yazıdan alıntılamak istiyorum:
Ne zaman ki sanatçılar (ve tabii genel olarak entelektüeller)
toplumun üzerinde ve ötesinde gösteriler düzenlemeyi bırakıp sıradan
vatandaş kimliğiyle kendi örgütlerini kurma konusunda samimiyet
gösterirler, o zaman etkili ve “toplumsal muhalefet” adlandırmasını hak
eden bir hareketin bileşeni olmayı başarırlar. Söz gelimi Tekel işçileri
direnişe geçtiğinde ön saflarda kol kola resim çektiren ya da uzatılan
mikrofonlara demeç veren, direniş ortadan kalktığında dağılıp başka bir
direniş adresi arayan bir entelektüel duruşun absürtlüğü algılanmadığı
sürece, Sanatçılar Girişimi’nin aşılması da mümkün olmayacak.
Sanırım “sanatçı” kimliğini dünyevileştirmenin ve sanatçıları
verilen mücadelelerin “vitrin mankenleri” pozisyonundan çıkarmak
gerekiyor. Çünkü ben 2012 bir mayısında olduğu üzere Fırat Tanış, Rutkay
Aziz, Mert Fırat gibi isimlerin pesten kullandıkları sesleriyle
okudukları şiirleri değil, kendinin ve arkadaşlarının işten çıkarılması
üzerine verdikleri ve kazandıkları sendikal mücadeleyi anlatan emekçi
abiyi dinlemek istiyorum. -Gerçi o emekçi abinin konuşması da sendika
başkanlarının “birbirinin kopyası ve çığır açan” konuşmalarının uzunluğu
nedeniyle kısa kestirilmişti.-
Ha bu isimler kendi dizi, sinema
dünyalarında yaşadıkları emek sömürüleriyle, her türlü ayrımcılıkla
mücadele adına söz alır, eyleme geçerler, sabaha kadar dinler, tartışır
ve elimden gelen dayanışmayı gösteririm. Kişisel dayanışma pratiğimin
açıklama yapmaktan öteye gitmesini ummayı da ihmal etmiyorum, gerçi
birey olarak yapacağım açıklamalarla kamuoyu çalkalanmayacağı da
düşünülürse örgütlü mücadele ve kamusallaştırma alanlarında dayanışma
göstermeye çalışmam daha gerçekçi olacaktır. Yine de böyle bir
mücadelenin sorumluları, ilk elden olayın özneleri ve mağdurlarıdır.
ONK Ajans’ın, Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın sahnelediği Brecht
oyundan telif talep etmesi ve buna yönelik başlayan “amatör tiyatrolar
telifi tartışıyor” kampanyası hala devam etmekte. Var oluş mantığı
itibariyle kar amacı gütmeyen ve telif ajanslarının nemalanabileceği
rantları üretmeyen amatör tiyatrolara, varlıklarına yönelik telif
sorunsalı ortaya çıktığında mücadelenin özneleri ilk elden farklı amatör
tiyatrolar, özellikle de üniversite tiyatroları oldu. Bu mücadelede
profesyonel olarak bu işi yapan sanatçıların sorumluluk almasını
beklemek yukarıdaki örnekte bahsettiğim gibi abesle iştigaldir. Yine de
“muhalif” kimlikleriyle ortada dolaşıp demeç veren profesyonellerin en
azından söylemsel destek vermeleri ve konunun kamusallaşmasına yardımcı
olmaları fena olmazdı. Sanat alanında yürütülen bu mücadele,
hukukçularla yapılan görüşmelerle, otuzun üstünde grubun tartışıp
imzaladığı bildirilerle, grupların yayınladığı destek yazılarıyla,
bireylerin kaleme aldığı yazılarla, medyada hukuki ve teatral boyutuyla
gündemleştirilmesiyle “naçizane” ve “amatör” bir örnek olarak duruyor.[1]
Konuyla ilgilenmek isteyen herkese, hem kapımız ve 5 Mayıs’ta İATG
(İstanbul Amatör Tiyatro Günleri) kapsamında Boğaziçi Üniversitesi’nde
düzenlenen hukukçuların, yazarların, yayıncıların, çevirmenlerin,
öğrencilerin, amatör ve profesyonel tiyatrocuların yer almasını
beklediğimiz panelimiz açıktır.
Son olarak ezilen insan ve ezilen sanatçı ikilemi üzerine şöyle bir örnekle yazıyı bitirmek istiyorum:
Zafer Diper, yazısında Cahide Sonku’dan bahsettiği bölümde şu cümleleri kullanıyor:
“Kendisinin de bastığı yerlere halı serilen, ayakkabısından şampanya
içilen Cahide Sonku, tiyatro ve sinema dünyamızın yıldızıydı. Aşkları, evlilikleri, zenginliği, güzelliğiyle çevresini çok etkilemişti; parıltılıydı yaşamı. Ama sonra, yoksulluk içinde, Beyoğlu’nun
izbe meyhanelerine düştü. Selim İleri: “Beyoğlu’nun arka sokaklarında
gördüm Cahide’yi…” diye yazıyordu; “Yüzünün çizgileri hala incecik ama
teni paralanmışçasına… Sağ elinde mavi ispirto şişesi vardı. Sol eliyle
de dudakları arasında bekçi düdüğünü tutuyordu. Uzun uzadıya çaldı o
düdüğü…” 1981’de, yaşama veda etti Cahide. Gençliğinin
güzel günlerinde bir giydiğini bir daha giymeyen, giysileri Paris’ten
gelen sanatçının, öldüğünde üstünde kirli ve sökük bir hırka vardı… Bu
muydu?!”
Cahide Sonku, hayat tarzı açısından nispeten şanslıymış çünkü önüne
hiç kırmızı halı serilmemiş, ayakkabısından şampanya içilmemiş,
giysileri Paris’ten gelmemiş, aksine ömrü boyunca üstünde kirli ve
sökük bir hırkayla sağ ellerinde ispirto şişesi olan insanlar biliyorum
ben.
Bu yazı aynı zamanda Mimesis Sahne Sanatları Portali'nde yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/03/sanatci-kimligi-uzerine-hadsiz-sozler/