6 Haziran 2013
“Franz Kafka’nın baba figürü bende devlet olarak yerini almış olabilir. Kafka’nın
babası, oğlunu yaralamıştır. Bizim de ömür boyu karşımıza dikilen,
şiddete şehvetle düşkün, sömüren, ürpertici olmaktan yılmayan, barış ve
sevecenlikten nasibini almamış tanrı-devlet var. Size
işkence etmesine bile gerek yok, kendini seyrettirerek verdiği gözdağı
yeterlidir. Milyonlarca insanımız bu uğurda mücadele ederek yaşamış ve
ölmüşlerdir ana bir adım ilerleme olmuş mudur? Franz Kafka’nın babası
hepimizin babasıdır: Sakatlayan, hadım eden, alt edilmek korkusuyla
delice geberten
baba.”
Leylâ Erbil
Leyla Erbil’in bu yazısı olmasaydı ve
devlet baba son dönemde bu kadar üstümüze gelmeseydi bu yazıyı bir
sonraki sezona bırakacaktım. Zira bir lanet gibi bir türlü
başlayamadığım bu eleştiriyi bitirmek de haliyle kabil olmamıştı. Sonra
Leylâ Erbil’in bu şairane cümleleri düştü gözlerimden imgelemime.
Şairane bir cümleyle başlayan her yazının sonu gelir, gelmese bile o
eksiklik okuyanın zihnine ilk cümleyi daha da güçlü nakşeder.
Bir başka sebep de devlet babanın,
yüksek öğrenimde beşinci senemi doldurmam sebebiyle bursumu keserek beni
biyolojik babamın maddi desteğiyle baş başa bırakırken, yüksek
öğrenimde beşinci senemi doldurmama rağmen elindeki gaz bombalarından
mahrum bırakmaması. Ki belirtmek isterim bursum bundan sonra nakdi
olarak değil, maddenin gaz halinde verilecekse en azından bir ön
bilgilendirmeyi hak ediyorum. Ön bilgilendirmeden kastımın gaz
tabancasından çıkan “pat” sesi olmadığını da bir kenara not edelim.
Bu gayri ciddi addedilebilecek giriş
için de “mizah ciddi bir iştir” cümlesini sarf ederek kendimi
savunabilirim. Mizah ciddi ve tehlikelidir, tabi ki benim yaptığım gibi
git gide uzatarak bir fiyaskoya çevirmiyorsanız. Her ne olursa olsun bu
yazının başındaki herhangi bir okur cümleleri bilgisayar ekranından
zihnine zerk ederken ben, onun benim hakkımda söylediklerini duyamayacak
kadar uzakta olacağım.
Yazıya bu üslupta devam edip etmemeyi
düşünürken mütereddit kaldım; derken Can Merdan Doğan’ın aynı
kararsızlığa vurgu yapan açılış cümlesi parmaklarımın ucundan klavyeye
döküldü: Gönül isterdi ki sararmış kağıtlara tükenmez kalemle işlenen
bir el yazısı olarak görünsün ama hem yazım kötüdür hem de şu yazıyı
online mecralarda yayınlamak için çeşitli teknik sorunlar çıkabiliyor.
Neyse tekrarda iki nokta üst üste koyup sözü Can Merdan Doğan ‘a
bırakıyorum:
“ Müsebbibisin daim kararsızlığımın!”
Can Merdan’ın metnini analiz etmek bu
yazının işi değil belki ilerde bir tez çalışması olarak ele alınabilir
zira Shakespeare’den Kafka’ya, Oğuz Atay’dan Orhan Pamuk’a bir çok
yazardan parçalar ihtiva ediyor. Bunun yanı sıra baba-oğul ilişkisi ve
metaforu üzerinden konumlanan iktidar ilişkilerini irdelemeye girişecek
bir kişinin Sofokles’in Oidipus’unu kompleksi hale getiren Freud’u,
“komplekssiz Oidipus” u yazarak onu Freud’un elinden kurtamaya çalışan
Vernant ve Naquet’i ve de eline geçirdiği her türlü iktidar analizini
hatmetmesi gerekiyor. Metinin selam çaktığı dramaturjik dehlizin
derinliklerinde kaybolmak işten bile değil. Bu kadar açıklamadan sonra
bir başka babaya, yaradana sığınıp oyuna gelelim.
Oyun baba Hamdi Bey, oğul Bay Kel ve
evin hizmetçisi, sığınmış kızı Mürüvvet teslisi üzerine kurulmuş.
Yıllardır babasına ve babasının kendisini getirdiğini iddia ettiği hale
küstüğü için evden çıkmayan, babasının kendisine verdiği Kemal ismini
kendine çok görerek “Kel” dönüştüren bir oğlan, var olduğu hale,
kendisine ve bir devre küsmüş bir baba ve bu ikisinin arasında evin tek
işler haldeki canlısı, evin hadim hakimi Mürüvvet. Oyunun hikayesini
özetlemek gibi bir niyetim yok, baba-oğul arasında da olsa bir iktidar
mücadelesini sadece olayları anlatarak özetleyemezsiniz fakat aksi
mümkün ki Marks bütün insanlık tarihini sınıf savaşlarının tarihi olarak
özetliyor. Savaş ve mücadeleleri başka türlü açıklamak oldukça zor her
ne kadar genellemeler genelde hatalı da olsa. Bu örneği destekleyecek
olursak bir hocamın, Prof. Dr. Abbas Vali’nin sözlerine başvurabiliriz:
“Sınıflar hakimiyet için savaşırlar keyiften değil!”
Bu baba-oğul arasında oğlun artık
kendiliğinden sürdürdüğü babayı devirme ve başarısızlıklarından onu
sorumlu kılma çabası ile babanın sorgulanmayan ve kaynağı araştırılmayan
otoritesi arasında sürüp giden bir bakıma sürüncemede kalan bu kavgaya
evin hizmetçisi Mürüvvet bir son verme çağrısında bulunuyor. Bu tercih
öyle rastgele yapılmış da değil, zira Mürüvvet karakteri sadece bu iki
karakter arasındaki ilişkiyi kurmakla kalmıyor gerekli eleştirelliği ve
sorgulamayı da hiç de üstten olmayan bir biçimde taşıyor. Baba-oğul
arasındaki bu durgunluk teori değil praksisi benimsemiş Mürüvvet’in
hamleleriyle bozularak deviniyor ve Bay Kel ile baba Hamdi Bey, Bay
Kel’in Mürüvvet ile hazırladıkları bir tiyatro oyunuyla hesaplaşıyorlar.
Bu iktidar oyununu çözümlemek için bir başka oyuna başvurulması ve
bunun bir tiyatro oyunu içinde yapılması ise seyircinin dudaklarında
müphem bir gülümseme yaratıyor.
Mürüvvet ise kendi hikayesini bu iktidar
mücadeleleri içerisinde var eden bir yandan bu ilişkilenmeyi ve oyunu,
tiyatroya ilk gittiği gün babasının maden göçüğünde kalmasıyla birlikte
reddeden bir karakter. Oyunun en sade ama imgeleri en özgün karakteri
aynı zamanda. Kocasının madende kaldığını öğrendikten sonra kendi üstüne
toprak serperek kendini gömmeye çalışan bir annenin kızı. Oğul Bay Kel,
babasıyla olan iktidar münakaşasına saplanmışken gerçekleri ve gözünün
önünden kayıp giden farklı ilişkileri net bir biçimde onun yüzüne
çarpan, empatik bir karakter. Oyunu izlediğim iki seferde de
oyunculuğuna hayran kaldığım, Şehsuvar Aktaş ile beraber gölge oyunu
geleneğine ve anlatıcı üslubuna dair yaptıkları çalışmalarla beni
oldukça heyecanlandıran Ayşe Selen’in bu performansı Afife jürisinin de
gözünden kaçmayarak ona bir ödül de getirdi.
BGST-Tiyatro Boğaziçi’nin bir çok
oyununda kendini çokça kanıtlamış Cüneyt Yalaz’ın oyunculuğu ve Metin
Göksel’in hem oyuncu hem de yönetmen olarak sergilediği performans oyunu
üst seviyede tutan etmenlerden.
Oyunun, bence, aksayan yanlarına gelecek
olursak iki temel başlıkta toplayabiliriz. Birincisi metnin dili ve
muhteviyatı. Metin, seyirciden pür dikkat kesilmesini ve aynı zamanda
söylenen her cümlenin arka planda yaptığı göndermeleri ve referans
noktalarını takip etmesini istiyor. Bu durum hele ki hızlıca tüketmeye
alışmış bir toplumun üyeleri olarak biz seyircileri oldukça zorluyor.
Oyun temel ve basit bir çatışma üzerinden büyük ve köklü bir iktidar
tartışması yaparken bu tartışmanın ağırlığını kaldırmak biz seyircilere
düşüyor. Çünkü Can Merdan, sözlere ve dolayısıyla seyircilere çok fazla
anlam yüklüyor. Bir yandan da metnin dili Oğuz Atay’ın yalınlığından ve
rahatlığından uzak olunca bir çok nokta gözden ve zihinden kaçabiliyor.
Belki de bu yüzden Metin Göksel, sade, akışkan ve seyirciyi yormayacak
durgunlukta bir sahneleme tercih etmiş. İzlediğim iki gösterimde de
aklıma takılan bir diğer husus var: Her ne kadar Bay Kel, bir şeyleri
temsil etse de aynı zamanda derinliği, çelişkileri ve çizgisi olan bir
insan. Bu durumda Bay Kel’in yıllarca evden dışarı adımı atmamış biri
olması hem metinde hem de oyunculukta haklılaşmıyor. Karakter böyle bir
kısıtlanmanın ötesinde oldukça rahat duruyor. Özellikle tercih edilmiş
veyahut Bay Kel’in evden dışarı çıkmamasına bu derece fiziki bir anlam
yüklenmemiş olabilir ama oyunun genel üslubuna bakınca bu durum
gerçekçiliği zedeliyor.
İkinci nokta ise sahnelemeden
kaynaklanan sorunlar. Oyun sahnelemeye anlama ve seyirci takibine
oldukça önem veren bir ışık-dekor kullanımına sahip. İzlediğim oyunlar
içerisinde en başarılısı bile denebilir. Dış seslerde teknik olarak bir
anlatım sorunu olduğunu düşünmüyorum ancak seyirciyi böylesine yoran bir
metinde, karanlıkta dışarıdan gelen sesleri dinler ve beynimiz
kendisini tekrar toparlamaya çalışırken bu kısımlar büyük ölçüde
kaçırılıyor. Bunun dışında seyirci olarak izlekten koptuğum tek yer
Mürüvvet ile Bay Kel’in birbirinden kopuk olarak dışarıyı seyrederken
aslında karşılıklı oynadıkları sahne. Böylesine kötü kurulmuş bir
cümleyle tanımladığım bu sahnede sadece oyuncular değil seyirciler de
birbirlerinden kopuyor, ortada salınan bir anlamlar dizisi etrafında kim
neyi kaparsa onu anlıyor.
Metnin arazlarından bahsederken
vurgulamadan geçtiğim, bence metni ve oyunu bu derece başarılı kılan şey
ise Can Merdan’ın böylesine büyük bir konuyu olağanüstü bir biçimde
sade bir çatışmayla kotarabilmesi. Evet, metin vukuattan ziyade anlatıma
yükleniyor ama bir yazarın söylenebilecek bu kadar söz ve aforizma
içerisinde klişelere kaçmadan ve elinize alıp okuduğunuzda edebi bir haz
veren bir metin üretmesi oldukça zor bir işin üstesinden geldiğini
gösteriyor. Tiyatro Boğaziçi, diğer oyunlarından oldukça farklı bir
üslupta ele aldığı “Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık” da hem
kendini denemiş hem de seyircisine böyle bir deneyimin hazzını yaşatmış
oluyor.
Son olarak bir kaç cümleyle toparlayacak
olursak, bizimki gibi kendini sorgulanamaz bir hami konumuna koyan güç
odaklarının, devletin, babaların, devlet babalarının, doktorların,
öğretmenlerin, ismiyle müsemma uzmanların bu derece bol olduğu bir
ortamda Tiyatro Boğaziçi slogan atmayı değil, sormayı sorgulamayı ön
plana çıkaran bir oyun sahneliyor. Seyirci dramaturjisi bağlamında
olarak oyunu Brechtyenlikten çıkararak Piscatorlaştıracak bir
müdahaleden uzak duruyor. Ben de yazıyı adet olduğu üzere güçlü bir
sonla bitirmek isterim, bu yüzden Can Merdan’ın kaleminden Hamdi Bey’in
oğluna Mürüvvet’in sesiyle ilettiği son sözleri alıntılıyorum:
“ Suskunluk ne yapacağını
bilememekten mi kaynaklanır yoksa bir çözüm müdür, bilmiyorum… bu yüzden
sessizliği seçtim sanırım, tepkiden de öte bir şey bulamadığım için.
Sorumluluk için oğul rolünden vazgeç, ben de baba rolünden vazgeçeyim bu
sayede. Oğlum bu evde oturduysam, baba olma zorunluluğunu yerine
getirmek için oturdum. Sen babanı suçla diye yani, ama baban kalkacak
yerinden… Şimdi sıra sende? Oturacak mısın koltuğa?
Not: Adil bir baba yoktur oğul, adil bir dünyada babaya ihtiyaç olmadığından.”
Bu yazı aynı zamanda Mimesis Sahne Sanatları Portali'nde yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/06/biz-kucukken-babamla-oyunlar-oynardik-2/