Ekim'13
Çoğunlukla izlenilen oyunun yapısı, özü,
üslubu, dili yazılan eleştiriye sirayet eder. En nihayetinde yazan
kimse oyunun, imgeleminde bıraktığı izdüşümlerini değerlendiriyor
demektir. Ve en nihayetinde yol bir kafiye arar ve bulur dönemeçlerin benzerliğinde…
Demem o ki bu yazının üslubunun
müsebbibi benden ziyade Tolstoy’un eserini hallaç pamuğu gibi atan yazar
Armin Petras ve bu uyarlamayı sahneleyen yönetmen Daniel Špinar
ikilisidir.
Son bir aydır Brno’da izlediğim
klasiklerin, klasik klasik sahnelenmesinden şikayet ederken bir
arkadaşın önerisiyle bu akşam (22 Ekim) Narodni Divadlo’dan Anna
Karenina’yı izlemek istedim. Gerçi oyunun farklılığından bahsederken interesting yerine strange kelimesini kullanmasından işin içinden bir hinlik olduğunu anlamam gerekirdi.
Oyunun afişinde sadece Tolstoy’un ismi
geçtiğinden, ilk perde sonunda yaşadığım şoku atlatmaya çalışırken bir
koşu oyunun broşürünü kontrol etme isteğiyle doldum. Yazarlar olarak
Tolstoy ve Armin Petras’ın isimleri geçiyordu. Şimdiye kadar ismini
duymadığım bu Alman tiyatrocu 1964 Almanya doğumlu olup şimdiye kadar az
buz da oyun sahnelememiş, bir kaç edebiyat uyarlaması da elinden
geçmiş. Petras hakkında verdiğim bilgilerin bu kadar niteliksiz ve sığ
olmasının esas nedeni, hakkında geçtim Türkçe’yi İngilizce kaynaklara
bile pek rastlanmaması. -Tiyatromuzdaki Türkçe kaynak sıkıntımıza
değinmeden geçmeyeyim-İnanmayan kısa bir google seferine çıkabilir.
Dolayısıyla oyuna dair yönelttiğim
eleştiriler yeniden yazılan bu metnin arka planından ziyade bir klasiğin
uyarlanması, tiyatro metni haline getirilmesi ve sahnelenmesi üzerine
olacak. Kısacası seyirciye sunulan bu eserden hem yazar Petras hem de
yönetmen Špinar sorumludur.
Son yıllarda Türkiye’de de patlama
yaşayan edebiyat uyarlamaları üzerinden yürüyen tartışmalara da değinmek
gerekecektir. Ama öncesinde oyunun sunumunun nasıl yapılabileceğine
dair bir öneri sunayım:
- Tolstoy’un ölümsüz eserinden nemalanarak: Anna Karenina
- Şehvet düşkünü bir kadın,
- Azmış kudurmuş iki adam
- Bol bol ön sevişme, tekno dans ve dahası
-Modern sanatın derinliklerinde kaybolmaya hazır olun. Çok yakında Divadlo Reduta’da…
Bu sezonda oynanan kurgu karakterlerin değiştirilen mizaçları ve dramaturjileri Çalıkuşu ve Fatih(tiresiz)Harbiye dizilerinin birer uyarlama olup olmadığına dair tartışmalar açarken gelin bir de kısa Anna Karenina karakterleri turu yapalım:
-Anna Karenina, şehvetli, fettan, bir değil bin Aleksey arzulayan bir kadın
-Kocası sosyal ve bürokratik konumundan
değil Anna’ya duyduğu şehvetten çıkıp gidemeyen Anna’nın sevgilisinin de
dahil olduğu seks oyunları oynamak isteyen bir adam
- Sevgili, tekno müzik ve parti seven, seks düşkünü uçarı bir genç adam
- Tolstoy’un diğer odakları ve karakterlerimi? Birazdan değineceğim…
. . .
Ciddi ciddi konuşacak olursak, bir
uyarlamanın serbestliği ve temel eserle uyumluluk oranı tartışılabilir
ama olmazsa olmazları vardır. Tabi eğer hala uyarlama adını kullanmak
istiyorsanız. İzlediğim sahnelemede Tolstoy’un ilmek ilmek, örük örük
kurduğu hikayeden eser yok. Tolstoy’un işlediği ilişkiler, sosyal yapı,
toplumsal baskı tamamen göz ardı edilmiş. Ne Anna’nın düştüğü ikilemler
ne tercihleri ne de vazgeçişleri sahnede. Kaldı ki ana karakterin
bunları kaybettiği bir uyarlama da koca ve sevgilinin işlevleri ve
kararları neye göre değerlendirilebilir?
Tolstoy bu kitapta bunca karakterin bir
hikayede nasıl işlevlendirileceğine, derinlemesine irdelenebileceğine
dair adeta ders verir. Üzerine cilt cilt sosyolojik inceleme de
yapılabilir. Temsildeki diğer Tolstoy karakterlerine gelecek olursak,
gelecek bir yer bulamayız. Yoklar çünkü. Var gibilerde aslında. İnsan
sayısı ve tipleme benzerliğini kâle alırsanız tabi. Sosyal bağlam mı,
güldürmeyin adamı. Petras-Špinar Anna’yı ve onun yaşadığı cinselliği ve
buna bağlı bir kaç çatışmayı almış, soyutlamış ortaya koymuşlar. Bu
seyirciyi tatmin ediyor mu bilinmez. Gerçi sosyal medyada espri konusu
olan “bienale yük indiren gemiyi performans zanneden entel” başlığıyla durumları da özetlenen bir kısım seyirciyi düşünecek olursak, evet Petras’ın uyarlaması bir başyapıt.
Gelelim dekora ve üsluba. 10 metre
enindeki ve yaklaşık 15 metre derinliğindeki sahne, 2 basamaklı
kurulmuş. Sahnenin ortasından sonuna kadar bir metre yüksekliğinde bir
platform. Platformun üstünden 5 adet yuvarlak masa etraflarında
sandalyeler, sol tarafta bir müzik klavyesi, ve bu platformun üstünde
yaklaşık 4 metre çapında devasa ampullerle bezeli bir avize. Arka beyaz
fon, oyuncuların üstüne yazılar yazıp kendi gölgelerinin izlerini
çizebilecekleri şekilde yerleştirilmiş. Arada projeksiyondan yansıtılan
sahil ve deniz dalgaları eşliğinde Anna ve sevgilisinin sevişerek
söyledikleri Frank Sinatra’nın “I love you baby” şarkısı ve
güncel club müzikleri farklı bir bulamaç oluşturuyor. Dramaturjik
vurgular, çizimler de yapılmıyor değil ama oyunun dramaturjisinin tam
olarak ne olduğundan emin olamadığım için kesin bir şey
söyleyemeyeceğim. Arka platformda genelde sahne geçişlerinde anlatıcılık
görevi üstlenen 5-6 kişilik bir kadronun dans partileri olurken, önde
alt tarafta müzik çalar dinleyen anlatıcılarımızın çok derin
sorgulamalarına şahit oluyoruz.
Bütün bu bahsettiklerimden sonra çok
basit bir şey gibi gelecek ama anlatıcıların kullandıkları mizansenler
bir felaket. Eğer sezon boyunca aynı sahnede oynuyorsanız, bağlı
bulunduğunuz kurum sayesinde bütün provalarınızı o sahnede yapıyorsanız
ve o sahne yapısal olarak iki katlı bir balkona sahipse azcık kafanızı
kaldırıp anlatı esnasında oradaki seyircileri de kâle almanız gerekir.
Tamam aşağıdakiler daha fazla para ödüyor ama yukarıdakileri
hesaplayınca da sürümden kazanıldığı bir gerçek.
Peki bu grup neden böyle bir oyun
sahnelemeyi tercih etmiş? Bu muammayı çözmek için bir kaç teori atmakta
beis görmüyorum. Genellemelere başvuracak olsam bile bu oyun
yüzeyselleşmeyi hak ediyor. Doç. Dr. Pavel Pšeja seminerlerinde, orta
Avrupa’da Sovyet sonrası dönemde politik kültürün yeniden modellenmesi
üzerine konuşurken iki akıma dikkat çeker. Birincisi Sovyet öncesi
dönemden kalma deneyimlere geri dönülmesi, ikincisi ise daha rahat,
özgün ama kimi zaman yoz işleyişler kurulması. Bu teorinin sanatsal
alandaki bir yansıması olarak bakabiliriz belki bu oyuna. Şöyle ki,
nasıl olsa Sovyet döneminin bir bölümünde ortaya atılan “artık devrim
tamamlandığına göre karakterlerde çelişki olamaz ve bütün sanat eserleri
politbüromuzun görüşlerine, öncüllerine uygun olmalıdır” saçmalığı da
yok, azcık farklı, değişik ve de denişik şeyler yapalım mantığı
gözlerimizin önüne geliyor. Nasıl olsa sığınılacak koca bir “modern
sanat” başlığı var.
İşin sanat adına pazarlanan boyutu
kanımca her şeyin üstünde. Sanat namına sunulan böylesi eserler,
sıklıkla tartışmaya başladığımız bienallerin anlamları ya da
anlamsızlıkları üzerinden prim yapmaları mevzuna döndürüyor bizi. Hele
de karşımıza seyircilerine kızgın sanatçılar da çıkınca işler iyice
curcunaya dönüyor. E annem, siz canınızın istediği gibi, eseri oyun
hamuru kıvamına getirip merdaneyle üzerinden geçip çeki düzen vermeye
çalışırsanız ortaya çıkan şeye de seyircide doğan intiba da hakim
olamazsınız. Ve de birileri artık bıkıp sizin bu sanatsal boşluğunuzun
ipliğini pazara çıkarınca da yaygarayı koparırsınız. Gerçek olan tek şey
şu ki oyun boyunca Tolstoy mezarında club dansları eşliğinde ters
döndü. Edebiyata, tiyatroya ve sanata katkı yapmış herkese ve de
seyircilik haline saygı duyanlar 140 dakika koltuklarında kramplar
eşliğinde kıvrandılar.
Bu yazının, uyarlamaların niteliği,
biçimi ve çağdaş sanat adına seyirciyle buluşturulan kimi performanslara
dair daha açıklayıcı, yapıcı ve açıcı olmasını isterdim ama sanırım bu
oyun bu konu için uygun bir örnek olmadı. İnşallah başka bir yazıya.
Şimdi gidip Joe Wright-Tom Stoppard ikilisinin teatral anlatım biçimleri
üzerine kurulmuş ve Tolstoy uyarlaması ismini hak eden Anna Karenina
filmini tekrar izleyip panzehir ihtiyacımı gidermem gerekiyor.
Bu yazı aynı zamanda Mimesis Sahne Sanatları Portali'nde yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/10/anna-karenina-ama-tolstoy-ne-der-bilemedim/