Mimesis Söyleşi / Türkiye’de, Mersin ve İstanbul Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü ve Sanat Yönetmenliği görevlerinde bulunmuş, opera üstüne çeşitli dergilere eleştirileriyle katkı sağlayan, öğretim görevlisi olarak Mimar Sinan Devlet Konservatuar’ında yer alan ve yıllardır bir çok operada başarılı temsiller vermiş ve emekleri uluslararası alanda çeşitli kurumlarca ödüllendirilmiş bir isim Suat Arıkan. Kendisiyle Narodni Divadlo’nun (Çek Devlet Tiyatrosu-Operası-Balesi) Don Giovanni Operası’na misafir sanatçı olarak davet edilmesi üzerine Brno’da bir söyleşi gerçekleştirdik.
Bilal Akar: Merhabalar, öncelikle hoş geldiniz. Brno’da bir Don Giovanni performansı gerçekleştirme fikri nasıl ortaya çıktı?
Suat Arıkan: Yıllar önce Prag’da
aynı operada Leporello rolü için teklif almış, ancak daha sonra proje,
anlamadığım sebeplerle iptal edilmişti. Bu sefer Brno’dan aynı oyunun
başrolü olan Don Giovanni için teklif alınca çok mutlu oldum. Çünkü
bildiğiniz gibi bu topraklar, Mozart için çok önemli. Ve bu beni çok
heyecanlandırıyor.
Bahsettiğiniz üzere Mozart’ın Prag
yaşamı ve Prag seyircisiyle kurduğu ilişki “Meine Prager verstehen mich”
– Praglılarım beni anlıyor- sözüyle özetlenebilir. Brno’da sahnelenen
operalara baktığımızda bir Mozart ağırlığını görüyoruz. Türkiye’de durum
nasıl, devlet operalarının olmazsa olmazı diyeceğimiz ve kendilerine
repertuarlar sürekli yer bulan isimler neler? Repertuarların
belirlenmesinde ne gibi öncüller önem arz ediyor?
Sadece İstanbul Operası değil, tüm
Türkiye’de opera evlerinin repertuarında ağırlık İtalyan
operalarındadır. Başta Verdi, Puccini olmak üzere Rossini, Donizetti,
biraz da Bellini. Ardından İtalyan veristler Leoncavallo, Mascagni…
İkinci ve üçüncü ağırlık – bazen değişkenlik göstererek – Fransız ve
Alman operalarındadır. Çok az sayıda Wagner ve çok az sayıda R.Strauss
sahnelenir. İtalyan operasının karşısında tek başına yer alan ve hemen
hemen tüm eserleri sahnelenen ve hep ilgi görmüş besteci Mozart’tır.
Repertuarda % 20 oranında da Türk bestecilerinin eserleri yer alır.
Daha önce birçok sefer sahnelediğiniz
bir rol Don Giovanni. Yine de farklı bir ekip farklı bir yönetmen… Bu
konuda herhangi bir sıkıntı yaşadınız mı, hazırlık döneminde nasıl bir
süreç geçirdiniz?
Orkestrası, koro ve solistleri, balesi,
teknik ve idari ekibiyle yaklaşık 700 kişilik bir kurumun hem idari
müdürlüğünü hem de sanat yönetmenliğini yapıyorum. Normalde böylesine
önemli bir rol için en az bir hafta birlikte çalışmak gerek. Ancak,
müdürlüğünü yaptığım İstanbul Operası’nın 6 Ekim açılış konseri için
İstanbul’da olmam gerektiğinden, Brno’da temsil öncesi – gerektiği kadar
– bulunamıyorum. Ancak, Mozart geleneği olan bir ülkede olduğumdan,
ekibe güvenim tam.
Sormak istediğim daha çok şu: Ortak
bir yaratım sürecinden geçmediğiniz bir grupla sahnede aynı havayı
yakalamak, üslubu tutturmak, etkileşimi ve bütünlüğü sağlamak zor bir
durum değil mi? Soruyu daha da genellemek gerekirse, ön planda olan
opera sanatçısının bireysel özellikleri ve yeteneğimi yoksa grubun ortak
üretimimidir?
Opera sanatını diğer formlardan ayıran
önemli bir özellik: ortak bir dilin varlığıdır. Temsil, birçok provalar
gerçekleştirilerek hazırlanır. Hiçbir provaya katılamadan ve hatta bir
video kaydını bile göremeden, bu hazırlık döneminde yer almış
sanatçılarla birlikte birdenbire sahnede karşılaşmak, tam anlamıyla
okyanusun orta yerinde balıklama atlamak gibi bir duygu. Ancak işte tam
bu noktada; müzik, stil bilgisi, dil ve sahne tekniğindeki ortaklık can
simidimiz oluyor. Brno’nun olağanüstü Mozart yorumcularından oluşan
orkestrası ve solistleri, çok başarılı rejisiyle beni adeta kucakladı.
Temsil sırasında eserin her sahnesinde bana verdikleri paslarla
ilerleyip, eserin son notasını göğüsleyebildim. Opera, bireysel değil
tamamen bir takım işidir.
Çek Cumhuriyeti’ndeki opera
dünyasıyla tanışıklığınız var mıydı? Bu alanı sanatsal ve seyirciyle
ilişki bağlamında nasıl yorumluyorsunuz?
Yıllar önce, İstanbul’da birlikte
çalıştığımız piyanist ve koro şefleri oldu. Yıllarca İstanbul’da
çalıştılar, emekli oldular ve ayrıldılar. İzlerini kaybettim. Onların
dışında bugün Çek Cumhuriyeti’nde tanıdığım bir sanatçı yok. Lorenzo da
Ponte’nin librettosuyla, Mozart’ın buluşması, sınır tanımayan muhteşem
bir ürün yarattı. Burada seyircilerin arasında da Çek Cumhuriyeti’nden
olmayan kişiler de olabilir, operanın birleştirici bir etkisi vardır.
Dolayısıyla, seyirciyle ilişki, operanın içinde saklıdır. Ben de –
diğerleri gibi – sadece onu dışarı çıkarmaya çalışıyoruz. Sahneyle
seyirci arasında ilişki böylece kurulmuş oluyor.
Birçok farklı ülkede çeşitli
yarışmalar, temsiller, etkinlikler vesilesiyle bulundunuz. Operaların
yorumlanmasında, sahnelenmesinde ne gibi benzerlikler, farklılar
gözünüze çarptı?
Opera sanatı, yaratıcı ekibe sınırsız
olanaklar veriyor. Gerisi, sözlere ve müziğe aykırı gelmeyecek fanteziye
kalıyor. Buna sahip olan zekâ ve yaratıcılık, her zaman galip geliyor.
Ben geleneklere bağlı kalmayı doğru bulan bir yapıya sahibim. Ancak;
yeniliklere de tamamen kapım kapalı değil. Söylediğim gibi, eğer başta
sözler ve müziğe aykırı düşmüyorsa, yeni sahneleme şekillerini de
alkışlayabilirim. Opera formu, son derece evrim geçirebilecek çağdaş bir
yapıya sahip. Sadece – sırf yenilik yapmış olmak için – yapılan “sözde
yeniliğe ” karşıyım.
Biraz daha Türkiye’ye dönecek
olursak, devlet opera ve balesinin genel müdürlükleri ve sanat
yönetmenlikleri başta olmak üzere çeşitli kademelerinde görevler
aldınız. Türkiye’de uzun bir zamandır gündemde olan bir konu devlet
tiyatroları… Tabi bu tartışma başlığı özünde devlet opera ve balesini de
ihtiva ediyor. Bu kurumu yakından gözlemleyen biri olarak bürokratik
anlamda nasıl bir işleyiş var? Bu işleyiş sahnelenen operalara,
sanatçıların üretimine, kendilerini geliştirme çabalarına nasıl
yansıyor?
Opera ve Bale topluluğumuz yıllar önce, o
dönemin koşullarına göre yasalar ve yönetmeliklerle yönetile gelmiş.
Devletin koruması altında bugüne kadar süren, yaklaşık 60 yıllık bir
süreç. Elbette zamanın koşullarına göre, reform yapılması gerekirdi.
Bugün geldiğimiz noktada, her kafadan bir ses çıkıyor. Bir bilgi ve
yargı kirliliği var. Bu sanatları ömrü boyunca hiç izlememiş, uzaktan
bile içine girmemiş kişiler, ideal kanunun bir bilenleri olmuşlar.
Kimse, süregelen bu sistemi doğru bulmuyor tabii ki, ancak düzeltelim
derken, bu sanatın olmazsa olmazlarına da zarar verilmemeli. Bu konuda,
detaylarını bilmiyorum ama bakanlığımız detaylı bir çalışma içinde.
Umarım, beklentilere doğru çözümler getirecek büyük emeklerle yıllardır
oluşturulmuş bu kurum, daha da ileri gider. Genç sanatçılarımız,
sınırlarımızı aşar ve hatta opera evlerimiz ülkemizin birer markası
olurlar. Çünkü sanatçı kapasitemiz bunu hak ediyor doğrusu.
Bu konunun hep bürokratik işleyişi,
bütçesi, özerkliği tartışma konusu oldu. Konuya farklı bir perspektifle
bakmak gerekirse sanatsal anlamda Türkiye’de Opera ve Bale sizce ne
durumda?
Sanatçı kalitesi olarak son derece üst
düzeyde… Yıllardır uluslararası şan yarışmalarında jüri üyeliği
yapıyorum. Dünyanın pek çok farklı ülkesinden gelen gençleri dinliyorum.
Türkiye’den gelen sanatçıların onlardan farklı bir tarafı yok. Tek
eksikliğimiz sahne, alt yapı eksikliklileri, teknik donanım ve
prodüksiyon bütçesi.
Tiyatro alanında bir çok özel ve
amatör grup faaliyet gösterirken, özellikle opera alanı devlet
operalarına terk edilmiş gözüküyor. Bu anlamda operaların
izleyicileriyle buluşma imkânları ne ölçüde görünüyor? Bu kısıtlama
sanatsal anlamda ne gibi sorunlara yol açıyor?
Tiyatro sanatı, tek kişiyle de
yapılabilecek bir formdur. Opera ise kalabalıktır. Tek bir solisti bile
olsa en azından orkestrası vardır. Opera, evet bir müziktir, yani
kulağımıza hitap eder ancak aynı zamanda bir temaşa sanatıdır. Yani
gözümüze hitap eder, bizi şaşırtır. Dolayısıyla tiyatro ile mukayese
edilemez; ne kadro olarak, ne de bütçe olarak. Opera sanatıyla para
kazanılmaz, bu insanlığa yapılan bir yatırımdır. Dolayısıyla elbette
devletin desteğine ve korumasına ihtiyaç vardır. Bu yüzden zaten
özelleştirilebilmesi mümkün değildir. Bu sayede özgürce – gişe kaygısı
gözetmeden – repertuar yapılabilir. Bu sayede, sanat yükselebilir. Özel
sektörün işletebildiği bir opera olsaydı ( ki ben bilmiyorum böyle bir
örnek var mı?) haklı olarak kar elde etmek ilk hedefi olacaktı. Bu
takdirde repertuarın nasıl yapılacağını siz düşünün.
Çeşitli mevkilerde görevler üstlenmiş bir sanatçı olarak bu sorunlara dair önerileriniz, projeleriniz var mı?
Devletin bu korumacı yapısının yanında,
dünyanın diğer opera evlerinin sponsor desteklerini görünce gıpta
ediyorum. Bizde henüz sponsorluk kavramı gelişmiş değil. Bunu aynı
zamanda bir sosyal sorumluluk olarak gören özel sermayenin desteğine
gereksinim var. Her şeyi devletten beklemek doğru olmaz. Daha çok
yarışmalar, festivaller düzenlemek, dünyanın diğer ülkelerinden
sanatçıların konuk olarak getirilebileceği, içine kapalı bir opera evi
olmamalıyız. Her fırsatta, özel sermayeyi – hiçbir karşılık
beklemeksizin – desteğe çağırıyoruz.
Geçmişinize baktığımızda, birçok
performansınızın içerisinde sadece bir yerli eser Okan Demiriş’in IV
Murat’ı… Türkiye’de opera eserlerinin yazımı ve sahnelenmesi bağlamında
tanınan fırsatlar veyahut gerekli koşullar sağlanmış durumda mı?
IV.Murad’ın dışında, Saygun’un Kerem ile
Aslı’sında da, Tüzün’ün Midas’ın Kulakları’nda da oynadım. Türkiye’de
opera bestelenme sayısı oldukça az tabi. Ancak, opera yazmak ta öyle
kolay bir iş değil doğrusu. Bu yüzdendir ki, bildiğimiz eserler ya
yarışma için yazılmıştır ya da ısmarlanmıştır. Ortada bir yarışma ya da
ısmarlama yokken buna rağmen – az da olsa – opera besteleyen
bestecilerimiz var. Ve az da olsa opera besteleniyor. Fırsat bulundukça
bunların sahnelenmesi ve seyirciyle buluşmasının sağlanması gerekiyor.
Bunun için de deneme sahnelerinin açılması gerekir.
Deneme sahnelerinden bahsettiniz… Geçmişte veya şu anda böyle bir çalışma var mı?
AKM’deyken alt katta bir konser
salonumuz daha vardı. Ve orada genç besteciler-rejisör adayları ve
solistler yeteneklerini sunuyorlardı. Adeta bir deneme sahnesi; bir
okuldu. Ne yazık ki bu konuda bugün böyle bir olanak yok
Hali hazırda var olan koşullarda sanatsal ve kurumsal anlamda nasıl bir gelecek tahayyülünüz var?
Türkiye çok genç bir nüfusa sahip… Her
alanda olduğu gibi sanatta da bir çıkış, bir ivme yakalayacaktır.
Gençlerimiz, insanlığın tüm değer kayıplarının, kirliliğinin,
çürümesinin, bozulmasının, çökmesinin önüne geçecek tek çözümü olan
sanatı bir gün fark edecektir.
Gençlikle ilgili bu dileğiniz üzerine
biraz provoke edici bir soru sormak istiyorum. Edebiyattan resme,
tiyatrodan sinemaya, performatif alanlara kadar birçok farklı sanat
alanı kimi zaman insanlığın çürümesini, çökmesini işlemeyi hatta kimi
zaman böyle bir dünya içerisinde bunu desteklemeyi seçti. Operanın da
böyle bir yeraltı edebiyatından etkilendiğini söylemek mümkün mü,
değilse gelecekte böyle bir ihtimal görüyor musunuz?
Sanat eserleri, böylesi bir çürümeyi –
bana göre – desteklememiş, olsa olsa bunu görünür kılıp, silkinmemizi,
bizi rahatsız etmeyi hedef almıştır. Sanat, yaşamı olduğu gibi, bütün
yalınlığıyla ortaya koyar. Böylece onu, tüm yönleriyle bize ayna tutarak
gösterir; göremediğimiz şeyleri de gösterir.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Umarım, Brno seyircisi bir Türk Don
Giovanni’sinden memnun kalır, ve ben de daha rahat koşullarda, daha
başka rollerde bu güzel şehre ve bu güzel operaya tekrar geri dönerim.
Teşekkürler…
Bilal Akar – Mimesis
Bu söyleşi Mimesis Sahne Sanatları Portali için yapılmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/10/suat-arikan-ile-soylesi/