Mimesis Söyleşi / Esra
Dicle Başbuğ, Boğaziçi Üniversitesi’nde Türkçe dersleri
koordinatörlüğünde öğretim görevlisi… Edebiyat kuramları ve eleştiri,
ideoloji ve edebiyat, modern Türk tiyatrosu üzerine çeşitli çalışmalar
gerçekleştirmiş birisi. Kendisiyle “Kemalist İdeolojinin İnşasında
Halkevleri Dönemi Tiyatro Oyunlarının Etkisi” alt başlığını verdiği
çalışması ve buna bağlı olarak etkileri bugün de süren, yeniden üretilen
devlet ideolojisi-sanat ilişkisine dair söyleşimizi paylaşıyoruz.
Bilal Akar: Merhabalar, Türkiye
tiyatro tarihine ve devlet-sanat ilişkisine dair yaptığınız bu çalışma,
bu alandaki literatüre oldukça etkili bir katkı olarak
değerlendirilmeli. Maalesef bu konularda yapılan çalışma sayısı çok
eksik. Bu konuda çalışma fikri nasıl ortaya çıktı?
Esra Dicle Başbuğ: Öncelikle
teşekkür ederim, nazik sözleriniz için. Bu çalışma Boğaziçi Üniversitesi
Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde tamamladığım doktora tezimin bazı
düzenleme ve eklemelerle gözden geçirilmesi sonucu oluşan bir çalışma.
Doktora çalışmamda tiyatro – ideoloji ilişkisi üzerinde bir araştırma
yapma fikrim vardı, ilk başlarda milliyetçilik söyleminin meşrutiyet
yıllarından bugüne kadarki evrimi ve bunun tiyatro sahasında nasıl
üretildiği konusuna eğilmek istedim. Fakat karşımda hem tarihsel hem de
metinsel olarak çok kapsamlı bir alan olduğu için çemberi daraltmak
gerekti. Cumhuriyet dönemine ve Halkevleri özeline kadar odaklandığımda
ise aslında zaman dilimi olarak çok kısa 20 yıllık bir dönemle; ama
metinsel ve ideolojik olarak çok bereketli bir malzemeyle karşılaştım.
Dolayısıyla yüzlerce oyun ve bu oyunların ardındaki güçlü, kurucu,
belirleyici Kemalist söylem, etkileri bugüne kadar uzanan ideolojik,
toplumsal, kültürel, sanatsal birçok meseleyi tiyatro –ideoloji ilişkisi
bağlamında incelemeye imkân verdi.
Günümüzde dahi gerek Köy Enstitüleri
gerekse Halkevleri, Kemalist ideolojinin halka dönük yüzü olarak
addedilip yüceltilmekte. Siz özellikle Halkevlerini kendine ideolojik
taban yaratmaya çalışan bir modern ulus devletin organları olarak
görüyorsunuz. Bu konuyu biraz daha açabilir misiniz? Halkevleri
1930′larda ne gibi etkilere sahipti?
Halkevleri ve Köy Enstitüleri, Kemalist
modern ulus-devletin önemli kültür kurumları olarak organize edilmiş ve
faaliyet göstermiş olsa da aralarında işlev ve işleyiş açısından önemli
farklar var. Halkevleri; özellikle 1929 Dünya ekonomik buhranı ve
Serbest Fırka deneyiminin su yüzüne çıkardığı bir durumun, Kemalist
söylemin kendisini halk tabanında benimsetmekte sıkıntılar yaşadığı
gerçeğinin üzerine, Kemalizmin bu sorunu aşmak amacıyla yaptığı
kurumsallaşma hamlesi sonucunda kurulmuştur. Bu süreçte Türk Dil Kurumu,
Türk Tarih Kurumu, Dil-Tarih ve Coğrafya Fakültesi de aynı amaçla
kurulan diğer yapılardı. Bu kurumlar gibi Halkevlerinin de amacı,
Kemalizme kurumsal bir altyapı, kültürel-bilimsel bir boyut ve toplumsal
bir onay kazandırmaktı. Faaliyet gösterdiği dokuz şube ile Halkevleri,
halk için yeni toplanma ve sosyal eğitim mekânları haline getirilmişti.
Kemalist ideoloji paralelinde bir spor, sanat, tarih, edebiyat, dil,
folklor tanımı yapmıştı. Bu alanlarda özellikle altı çizilen milli
değerler vurgusu ile -milli sporlar, milli edebiyat, milli tarih vs.-
halka millet olma bilinci aşılanarak halkın yeni kurulan ulus-devlet
yapısına aktif katılımları sağlanmaya çalışılmıştır… Dolayısıyla
birincil olarak halkın somut sorun ve ihtiyaçlarını değil yeni kurulan
modern ulus-devletin ihtiyaç duyduğu vatandaş modelini yaratmayı esas
alan bir kurum olarak hizmet verir Halkevleri. Köy Enstitülerini ise bu
açıdan bakıldığında bambaşka bir noktada değerlendirmek gereği açıktır.
Yeni kurumsallaşan bir ulus devleti
göz önüne alacak olursak: Devletin gündelik hayata resmi ideolojisini
dayatmasıyla ilgili Habermas’ın da bahsettiği “gündelik hayatın
kolonileşmesi” yorumundan hareket edersek; dönemin “dia”[1]ları Türkiye toplumunu büyük ölçüde etkileyebilecek kadar gelişkin miydi?
Habermas’ın yorumu üzerinden hareket
edeceksek bir iki noktaya yakından bakmak gerekecek. Habermas,
devlet-toplum sınırları arasında devletten, özel alandan ve ekonomiden
bağımsız bir kamusal alanın var olması gereğine inanıyor ve bu alan
içinde devleti denetleyen, eleştirel, kurumsal olarak da varlığı garanti
altına alınmış bir “kamuoyu”nun önemine dikkat çekiyordu. Bunun da
burjuva toplumunun gelişmesiyle mümkün olabildiğini belirtiyordu.
Dolayısıyla devlet ve toplumun, birbiriyle ilişkili ama ayrı iki özne
olarak kurulmasını, mutlakıyetçi dönemden modern topluma geçildiği
döneme denk düşürüyordu. Fakat ardından özellikle 2. Dünya savaşı
sonrasında gelişen kapitalizm, liberal ekonomi ve refah devleti
politikaları ile birlikte burjuva kamusal alanının çözülmesi, devletin
özel alana olan ilgisinin artması, buna karşın yükselen iş çevrelerinin
de devlete müdahalelerinin olması, bürokrasinin çıkar grupları
tarafından yönlendirilmesi, nihayetinde devlet-toplum çizgisinin
silikleşmesini beraberinde getiriyor. Yani Habermas bu kolonileşme
sürecini yükselen tekelci şirket kapitalizmi ve kitle tüketim kültürü
ile ilişkilendiriyor aslında.
Bu nedenle cumhuriyetin ilk yıllarındaki
süreci bu zeminde okumaya çalışmak doğru olmayabilir. Fakat yine de
1930’ların başı itibariyle cumhuriyetin öncelikle devlet eliyle
yürütülen sanayileşme atılımları ile kendi burjuvazisini; mevcut
öğretmen, kadın, gazeteci vb. örgütleri kapatıp az önce saydığım
kurumları açarak kendi kamuoyu ile kamusal alanını yaratmaya giriştiğini
söylemek mümkün. Bu süreçte eleştiren, muhakeme eden bir kamuoyu değil
devlet politikalarına tam bir kabul ve sadakatle aktif katılım gösteren
bir kamuoyu yaratılmaya çalışılır. Habermas’ın tanımladığı biçimiyle,
devletten bağımsız, eleştirel ve kurumsal örgütlenmelerin olduğu bir
kamusal alanın varlığı sağlanmaz. Eleştirel yaklaşımların parti ya da
kurum çatısı altında örgütlenerek devletle iletişim kurmasına izin
verilmez; aksine kurumsallaşma devlet eliyle yürütülür, aile, eğitim,
sanat, basın, ordu gibi aygıtlar Kemalist ideoloji ile şekillendirilerek
kamusal alan ve özel alan organize edilir. Dia’ların etkisi ve
seferberliğiyle yetişen genç Kemalist kuşakların 40’lardan itibaren
toplumda ve siyasette aktif rol aldıklarını, Kemalist politikaların
devlet mekanizması içindeki pek çok alanda yakın zamana kadar hâkim
olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Dia’ların toplumu şekillendirmede ve
Kemalist kuşaklar yetiştirmede kısa ve uzun vadeli göz ardı edilemez
etkileri ve sonuçları olduğunu söyleyebiliriz.
Nazi Almanya’sında Goebbels’in sayıları hızla artan ajitatif sinema filmleri politikası Nazi propagandasında oldukça önemli bir yer tutuyor. Bunun öncesinde Kemalist yönetimin tiyatro oyunlarına böylesine büyük bir propagandist önem verilmesinin sebepleri nelerdir?
Tabii kitlesel araçların propaganda
amacıyla kullanılması çok eskilere dayanıyor. Tiyatro, sinema, radyo,
basın… Bunların propaganda işlevi kazanması neredeyse her birinin kendi
tarihiyle yaşıt… Nazi Almanya’sında da bu araçların çok etkin
kullanıldığını biliyoruz. O zamanki imkânları dâhilinde teknolojiyi de
çok etkin kullandıkları için radyo ve sinema hatta o sırada yerel
gazetelerle birlikte sayısı dört bini geçmiş olan gazetecilik ve basım
ortamını propaganda amaçlı yönlendirdiklerini hatırlıyoruz. Tiyatroyu da
çok etkin kullanıyorlar ve tiyatroculara ayrı bir önem ve statü
veriyorlar. Fakat dediğim gibi bu ilk değil; son da olmuyor. Tiyatro,
özellikleri gereği kitlesel bir nitelik taşıması, söylemini kitleye
hızla ve etkin bir yolla ulaştırma imkânı, çok büyük bir bütçe ve
hazırlık gerektirmemesi, her yerde her an gerçekleştirilebilir olması
sayesinde ideolojik söylemlerin en etkin propaganda aracı olarak
kullanılmıştır. Hele ki okur-yazarlığın ya da görsel teknolojilerin
gelişmişliğinin düşük olduğu yerlerde tiyatronun etkisi daha da
artmıştır; Halkevleri dönemi de böyle bir dönemdir. Halkevleri
bünyesinde kütüphane ve sinema kolu gibi faaliyet kolları olsa da bunlar
uzun vadede geri dönüş alınabilecek sahalar. Dolayısıyla toplumun
modern-ulus devlet projesinde hızla ve etkin bir biçimde dönüştürülmesi
gereğinin açık olduğu bir süreçte, ihtiyaca cevap verecek en uygun araç,
tiyatro oluyor.
İncelediğiniz oyunların içeriğine
gelecek olursak; “mektep temsilleri”, “10. yıl kutlamaları için yazılan
oyunlar”, “Türk Tarih Tezi ile ilgili oyunlar” ve “köy oyunları” gibi 4
temel başlık kullanıyorsunuz. Bunların ideolojik bağlamda ve
devlet-sanat ilişkisi açısından ortaklıkları nelerdir?
Sorunun ikinci kısmından başlarsak, bu
oyunların çoğunun ısmarlama ya da belli kriterlere göre açılmış
yarışmalara katılan oyunlar olduğunu söylemek gerekiyor. Bu oyunların
içeriği, vereceği mesaj, yaratacağı duygunun nasıl olması gerektiği
madde madde belirleniyor. Yani devlet-sanat-sanatçı üçgenine
bakıldığında çok sıkı bir ideolojik bağın olduğu görülüyor. Her dört
başlık altında incelenen yetmişe yakın oyunun ortak özelliği, Kemalist
ideolojinin modernleşmeci ve milliyetçi vurgusunu, devlet ve vatandaş
arasında vazife ve adanmışlık üzerinden kurulan ilişkiyi kurgusal
boyutta ve muhatap ayırmadan, çocuk, köylü, eğitimli vs. toplum
tabanında üretmek.
Reşat Nuri Güntekin’den Behçet Kemal
Çağlar’a birçok ismi bu oyunların yazarı olarak görüyoruz. Sizce bu
eserlerin edebi, teatral, sanatsal nitelikleri nasıl
değerlendirilebilir?
Sadece bu oyunlar için değil, ideolojik
yönü baskın ve belirleyici olan tüm eserler için söylenebileceği,
söylenmesi gerektiği gibi bu oyunların hemen hiçbir sanatsal, edebi,
teatral değeri yok. Bu tür bir kaygı taşımadıklarını zaten metinlere
yazdıkları önsöz veya sonsözlerde yazarların kendisi söylüyor. Hiçbir
türün sanatkârı olmadığını ve tek amacının izleyicide yüce duygular
uyandırmak olduğunu söyleyen yazar da var; oyunun sahneleme biçimiyle
ilgili hiçbir önkoşulu olmadığını, dekor, kostüm sağlanamıyorsa da
önemli olmadığını, sadece oyunun izleyiciye ulaşmasının yeterli olduğunu
belirten yazar da. Gönüllü olarak bu sürece destek veren yazarlar
olduğu gibi birçok yazar da dönemin yazınsal beklentilerine cevap vermek
zorunda oldukları-kaldıkları için yazıyorlar. Ama bu eserler de
yazarların en iyi eserleri olmuyor. Bugün Reşat Nuri Güntekin’i Vergi Hırsızı oyunuyla anmadığımız gibi Nahit Sırrı Örik diyince de ilk aklımıza Sönmeyen Ateş oyunu gelmiyor.
Daha önce Turgut Özakman’ın kaleme aldığı Kurtuluş ve Cumhuriyet dizi-filmleri ile ilgili kısa bir inceleme[2]
yapmıştım. Değerlendirdiğiniz oyunlardaki, yeni bir millet yaratma,
halka Türk olduğunu hatırlatma, modernist, milliyetçi perspektifte
ötekileştirilen İslam ve Osmanlı gibi benzerliklere bu dizi-filmlerde de
rastlayabiliyoruz. Sizce resmi ideolojinin sanatsal eserler üzerindeki
tezahürü bugün de sürüyor mu ya da kendini nasıl gösteriyor?
Bu noktada Kurtuluş ve Cumhuriyet’in ardından bir nevi üçlemenin son ayağı sayılabilecek bir başka Ziya Öztan filmi, Abdülhamit Düşerken filmine bakmak faydalı olabilir. Nahit Sırrı Örik’in Sultan Hamit Düşerken romanının
uyarlanmasında işe romanın adını gayet ideolojik bir vurguyla
değiştirmekle başlayan Ziya Öztan, uyarlama vaadine karşın romanın
söylem ve ideolojisinden taban tabana zıt bir film ortaya koymuştu. Bunu
küçük bir anekdot olarak ve belki de ideolojik açıdan bir roman-film
karşılaştırmalı okumasına ilham verir ümidiyle aktardıktan sonra
sorunuza dönersek şunu söyleyebilirim. Açıkçası şu an Turgut Özakman’ın
metinleri dışında Kemalist ideolojinin 1930’lardaki söylemini içeren,
pekiştiren kuvvetli bir yazınsal üretim olduğunu söylemek zor edebiyat
alanında. Daha çok eskiden yazılmış tiyatro oyunlarının ya da metinlerin
yeniden üretimi ve sahnelenmesi söz konusu diyebilirim. Fakat Kemalist
ideolojinin bugün modernleşmeci-Batıcı-seküler vurgusuyla mevcut
iktidarın yönettiği siyasi gerilimin karşı-kutbu haline geldiğini,
dolayısıyla Kemalizmin bu defa bir muhalif tavır; fakat yine bir
propaganda aracı olarak kullanıldığını unutmamak lazım bu üretim
kısırlığını tartışırken. Çünkü artık siyasi dengelerin değişmesiyle
iktidarın kendi sanat politikasını merkeze aldığı, Kemalist söylemin
geçer akçe olmadığı bir dönemde Kemalist metinler üretmenin yazarlar
için de cazibesini kaybettiği açık.
Kitabınızın son bölümünde oyunları
anlatıbilimsel açıdan inceliyorsunuz. Buradaki söylemlere bakarak
yazarlar hakkında neler söyleyebiliriz?
Bu bölümde göstermeye çalıştığım,
onlarca farklı metin ve yazar söz konusuyken bu metinlerin nasıl bir tek
yazar ve tek metin ve hatta tek okur profili ortaya koyduğuydu. Önceki
bölümlerde söylem-tür ilişkisi üzerinde dururken son bölümde meseleye
biraz yazar ve okur profilleri üzerinden bakmaya çalıştım. Anlatıcı ve
muhatap rollerine odaklandım. Ve yine aynı şeyi söylemiş olacağım ama
resmi ideolojinin yazarı, eseri ve okuru nasıl kuşattığını,
tasarladığını ve “bir”leştirdiğini göstermeye çalıştım.
Çalışmanız daha çok dönem oyunlarının
içeriği, kurdukları dil, resmi söylemle paralelliği ve bunların nasıl
ne şekilde seyirciyle buluştuğu üzerine. Ancak bu oyunların halk
tarafından nasıl algılandığı, ne derece etkili olduğu da merak konusu…
Yazarların beklediği, umduğu veya tahayyül ettiği alıcı profili az çok
belli lakin bu beklentiler ne derece karşılık buluyor? Konunuz üzerine
çalışırken böyle çalışmalara, kaynaklara rastladınız mı? Sizde dönem
seyircisinin perspektifiyle bu oyunlar ne anlam ifade ediyordu?
Bu konuda karşılaştığım kaynaklar
arasında oyunlar üzerine o dönemde yazılmış eleştiri yazıları, Recep
Peker, Şükrü Kaya gibi isimlerin parti merkezine yazdıkları
bilgilendirme telgrafları ile o dönemin bazı yazarlarının anı ve
günlüklerinde bahsettikleri notlar vardı. Bu malzemelerden anladığım
kadarıyla her türlü teşvik ve telkine rağmen özellikle kırsal kesimdeki
halkın bu oyunlara fiziksel olarak belli bir oranda katılım gösterseler
de zihinsel olarak hemen katılım sağladıklarını söylemek zor. Mesela
Bedri Rahmi, CHP’nin görevlendirmesi üzerine Çorum’a gittiğinde,
Halkevinde açtığı sergiye köylülerin ilgi göstermediğinden, yan
taraftaki sıtma konferansını izlemeyi tercih ettiklerinden bahseder.
Dolayısıyla öncelikli somut sorunların çözümüne yönelik faaliyetlere
gönüllü katılım gösterildiği fakat bunun dışında kalan meselelere
mesafeli durduklarını söylemek mümkün. Zaten herhangi bir söylemin, hele
Kemalizm gibi radikal-reformist bir karakteri olan bir söylemin halk
tabanında hemen karşılık bulduğunu söylemek doğru olmaz. Fakat zaman
içinde, Dia’ların belirleyici, etkin, dönüştürücü gücünün etkilerinin
toplumda daha belirgin görüldüğü ve nihayetinde Kemalist kuşakların
yetişmeye başladığı da bir gerçek.
Devletçi totaliter algının
günümüzdeki kurumsallaşmalarına bakacak olursa bugün de devlet
tiyatrolarına dair çeşitli tartışmalar yürüyor. AKP’nin tamamen
anti-kemalist çizgide yaptığı ve genellikle altı boş söylemlerinden,
devlet tiyatrolarının kurumsal işleyişi tartışmalarından uzak durarak,
işin pek de tartışılmayan sanatsal boyutuna değinerek şunu sormak
istiyorum: Bugün de devletçi algının veya onun getirdiği ideolojik
yaklaşımların oyun dramaturjilerine etkilerini gözlemlemek mümkün mü?
Türkiye’de devlet mekanizmasının, hâkim
ideolojiler ne kadar değişirse değişsin, tiyatroyu tanımlama biçimi ve
ondan beklentileri hiç değişmemiştir. Cumhuriyet tarihi boyunca devlet
eliyle yürütülen tiyatro faaliyetlerinde ağırlıklı olarak yansıtmacı,
faydacı, eğitici işleviyle kabul edilebilir olan, merkezi-kontrollü bir
tiyatro anlayışı söz konusudur. Mesela Halkevleri Tiyatro
Talimatnamesi’nin başında tiyatronun eğitici ve yansıtmacı yönü
özellikle vurgulanırken, bugün AKP’nin resmi sayfasında da tiyatro
seyircinin yüzüne ayna tutma sanatı olarak tanımlanıyor.
Devletin, toplum üzerinde bu kadar
etkili bir aygıtı denetimsiz bırakma gibi bir lüksü olmamıştır hiçbir
zaman. Hele ki Devlet ya da Şehir tiyatroları gibi doğrudan iktidara
bağlı kurumlar söz konusu olduğunda iktidarların ideolojik
yaklaşımlarının hem kurumsal hem de sanatsal anlamda tiyatro üzerinde
etkili olmadığını söylemek çok gerçekçi olmaz. Elbette iktidar
tarafından bu kurumlara atanan genel müdürlerle birlikte tiyatro
politikalarında bir anlayış ve öncelik değişiminin yaşandığı, bunların
da repertuvar belirlenmesi ve reji süreçlerine etki ettiği yadsınamaz
bir gerçek. İdeolojik yönelimler değişse de devletin tiyatro ile kurduğu
ilişki değişmiyor maalesef.
Türkiye’de cumhuriyet dönemi tiyatro
gelişimi göz önüne alındığında örneğin Brechtyen bir algı görmemiz ancak
60ların sonundan başlayarak mümkün oluyor. Bugün ödenekli tiyatro
olarak tabir edilen DT’nin ve şehir tiyatrolarının toplumla kurdukları
ilişkiye dair neler söyleyebiliriz?
60’lar Türkiye’de birçok alanda olduğu
gibi tiyatro alanındaki gelişmeler anlamında da hem metin üretimi hem
sahnelemedeki yenilikler hem de geliştirilen söylem açısından özel bir
dönemdi, bunu belirtmek gerekiyor. Devlet Tiyatroları ve Şehir
tiyatrolarının bugün turnelerle birlikte seksen bir ilde izleyiciye
ulaşabilmesi; toplumda bir tiyatro kültürü oluşması ve tiyatronun
erişilebilir bir sanat dalı haline gelmesine çok önemli bir zemin
sağlıyor. Sadece Devlet tiyatrolarında yılda beş bine yakın temsil
gerçekleşiyor. İdeolojik tavırlara göre ağırlıkları değişse de yabancı
oyunlardan yerli yazarların ve yeni yazarların oyunlarına kadar geniş
bir yelpazede oluşturulan ve sıklıkla yenilenen repertuarın da genel
anlamda izleyiciyi tatmin edecek boyutta olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla Devlet ve Şehir tiyatroları ile ilgili çoğu iktidar-kurum
ilişkilerinden ve kurumların gittikçe hantallaşan yapısından kaynaklanan
sorunları önemini gözden kaçırmadan bir kenara koyarsak, her şeye
rağmen Devlet ve Şehir tiyatrolarının ülkedeki tiyatro kültürüne ve
ortamına zenginlik ve hareketlilik kattığını inkâr edemeyiz.
“Devlet sanatçısı” olma hali ve bu
halin getirdiği yaklaşımlarda 1930′lardan beri süregelen bir algının
olduğu söylenebilir mi? Daha açık ifade etmek gerekirse, devlet
tiyatrolarında görev alan sanatçıların bugün itiraz noktaları AKP’nin
neoliberal sanat politikaları mı yoksa bundan ziyade kendilerine mal
edilen aydınlatıcı işlevin sarsılması mı?
AKP ile Devlet ve Şehir tiyatrolarının
AKP iktidarının ilk on yılında çok büyük bir çatışma olduğu söylenemez.
Esas sorun, Şehir tiyatrolarında devreye alınmaya çalışılan yeni
düzenleme ile ortaya çıktı. AKP, Şehir tiyatrolarının yönetiminde
belediyenin idari bürokratlarının yetkilerini genişletmek ve
sanatçıların yönetime katılımını sınırlamak isteyince asıl kırılma
yaşandı. AKP devletin tiyatrosu olmaz diyor; fakat iktidarda olduğu on
sene boyunca bununla ilgili bir itirazı dile getirmemişti. Aksine bu son
düzenlemeyle yapısal olarak da tamamen iktidara bağlı bir aygıt haline
getiriliyordu Şehir Tiyatroları. Bu girişim büyük tepkiyle karşılaşınca,
devlet-ideoloji ilişkisi, maddi yük, kadro şişkinliği gibi sorunlar öne
sürülmeye başlandı ki yer yer haklılık payı da olan bu sorunlar, Devlet
ve Şehir tiyatroları külliyen kapatılmadan da çözülebilecek sorunlardı.
Dolayısıyla AKP’nin yapmak istediği senede yaklaşık yüz elli milyon
lira yatırım yaptığı bir alanı doğrudan kendi hizmetine alarak ondan
tamamen faydalanma çabasıdır. Bu girişim tepkiyle karşılanınca devletin
tiyatrosu olmaz yaklaşımı meselenin üzerine örtüldü. Başbakan “tiyatro
özelleşmeli, kendi ayakları üzerinde durmalı, biz de devlet olarak uygun
gördüğümüz oyunlara destek veririz” diyerek asıl niyetin ne olduğunu
zaten söyledi. Oysa biliyoruz ki İngiltere’den Amerika’ya, Fransa’dan
Almanya’ya kadar birçok ülkede devlet tiyatroya maddi destek sağlamakla
yükümlüdür. Sanatçıların, yönetim katında repertuar oluşumu,
oyuncu-yönetmen seçimi gibi konularda karar mekanizmalarının dışına
itilmelerine getirdikleri itirazı statükoyu koruma amacıyla verilmiş bir
itiraz olarak göremiyorum açıkçası. Dolayısıyla AKP’nin diğer birçok
alanda olduğu gibi sanat politikalarını da ahlâkçı, dışlayıcı, otoriter
bir ideolojik söylem üzerine kurmasının, kendi “makbul sanat” anlayışını
tanımlama ve tesis etme girişimlerinin ve iddia ettiğinin tam da aksine
devletin tiyatrosunu oluşturmaya çalışmasının esas sorun olduğunu
düşünüyorum.
Bilal Akar / Mimesis Söyleşi
[1] Althusser’in tanımıyla Devletin İdeolojik Aygıtları
Bu söyleşi Mimesis Sahne Sanatları Portali için yapılmış ve aynı zamanda orada yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/11/resmi-ideoloji-sahnede-uzerine/