Kasım'13
Konuya doğrudan bir örnekle girecek olursak Joshua Bell’in metroda gerçekleştirdiği bir deneyi[1] paylaşmak isterim.
“Alanında kendini ispatlamış ve sayılı
keman virtüözlerinden biri olarak gösterilen Joshua Bell, Washington’ın
işlek metro istasyonlarından birine gider. Bir köşede oturur, önüne bir
kutu koyar, kemanını çıkarıp çalmaya başlar.
Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının
önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan,
yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar
toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hâkim olur ve kimse onun
durduğunu fark etmez,
alkışlamaz.
alkışlamaz.
Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı
Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış
en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu
mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri
ortalama 100 dolara satılmıştı… ”
Gelelim işin tiyatro ayağına. Avrupa
çapında akla gelecek ünlü tiyatrolardan ya da sanat merkezlerinden bir
kaçını düşünelim: Bolşoy, Piccolo, Berliner Ensemble, Globe, Teatro
dell’Opera di Roma…
Bunlardan herhangi birine elinizi
kolunuzu sallayarak gidip o günkü oyuna bilet almanız pek imkan
dahilinde değildir. Hadi o günkü oyuna yer olmamasını makuldür ama bir
ay boyunca herhangi bir gösterime yer kalmaması seyircinin büyük
ilgisine ve takdirine mi işaret eder? Sanmıyorum.
Bu durum Türkiye’de de bazı oyunlar
özelinde geçerlidir, örneğin İstanbul DT’nin “Profesyonel”i, Ankara
DT’nin “Bir Delinin Hatıra Defteri”, geçtiğimiz sezon alternatif tiyatro
mekanlarından Kumbaracı50′de sahnelenen Sumru Yavrucuk’un taşıdığı
“Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi”. Bu oyunlara gidebilmek için
önceden planınızı programınızı yapıp biletlerinizi ayarlamanız gerekir.
Ancak bahsettiğim bu üç oyun sanatsal özellikleri ile yarattıkları bir
çekim sonucu ilgi görmüşlerdir. Hiç biri bir mekana veyahut gruba bağlı
olarak ilgi çekmemiştir. Evet, bu üç oyunda televizyonun getirdiği
tanınırlığa sahip oyuncular yer almaktadır ancak bu oyunları aynı
durumdaki diğer oyunlardan ayıran şey kabul görmüş sanatsal
yeterlilikleridir.
Daha çok Bolşoy gibi tek temsil
üzerinden ilerlemeyen mekanlardaki yoğunluğa ve buralarda yaratılan
sanat-seyirci ilişkisine bakmak istiyorum. Mevzu biraz farklılaşmış
durumda. Önümüzdeki bir ay için Bolşoy’da sahnelenen herhangi bir
gösterime yer bulmanız mümkün değildir. Binanın önünde bekleyen
karaborsacılar da bunun farkında oldukları için en ucuz biletleri 50
avrodan başlayan fiyatlarla satıyorlar.
Bütün bu unsurların etken olduğu bir
seyirci-sanat eseri ilişkisi içerisinde nasıl ortamlar kurulduğu, nasıl
algılar oluşturulduğu ayrı bir tartışma konusudur. Artık seyircinin
sanat eserinin içeriğine bağlı olarak gösterdiği tepki veya seyircide
uyanan etkiden ziyade oyunun sanat pazarındaki değeri ve bu değere bağlı
olarak seyircilerin kendilerini tatminini tartışacak raddeye geldik. Bu
yargıyı ve gözlemi desteklemek için “büyük” tiyatroların dışında kalan
ve sanatsal değeri yüksek eserler üreten tiyatrolara olan ilgiyi test
etmek söylemlerim açısından yerinde olacaktır. Konu seyircilerin birer
“sanat sevicisi” olarak bu lüks tüketime daha ne kadar devam
edecekleridir?
Bu nokta tam da ikinci olarak bahsetmek
istediğim başlığa geliyor: seyirci performansı. Seyirci performansı
tabiriyle kastettiğim şey ne seyircinin etken olarak oyun üzerine
düşünmesi ne de Richard Schechner’in tanımladığı bağlamda performansın
seyirci ile birlikte yaratılması. Bütün bunların dışında, Amerikalı bir
teorisyen olan Jeffrey Alexander’in ortaya koyduğu performans tanımı.
Alexander insanların günlük davranışlarının bir kısmı, insanların
statülerine, sınıfsal özelliklerine ve ortaya koymaya çalıştıkları
kimliklerine dair performanslar olarak görür. Yani homo ludens günümüz
dünyasında yaratmaya çalıştığı “ben” kimliğine uygun olarak taktiksel,
teatral ve kurgulanmış performanslar sergiler. Bu sadece davranışlarla
kısıtlığı değildir bulunduğu yerler, kurduğu mizansenler de buna
dahildir. Alexander bu performans kuramını çok geniş olarak tanımlar ve
tarihselleştirir. Benim yukarda bahsetmek istediğim noktaya
ilişkilendirdiğim kısım ise, sanat eserlerini lüks tüketim malzemesi
haline getiren kimselerin bu durumda gösterdikleri performanslardır.
Özetle söyleyecek olursak, bu tarz seyirci-sanat eseri buluşmalarında
önemli olan ne sanat eseridir ne de seyirciyle kurulan ilişki. Önemli
olan seyircilerin orada bulunarak kendilerine, kendi kimliklerine dair
yaratmaya çalıştıkları algıdır. Shakespeare döneminde halka kendilerini
izletmek için tiyatrolara giden soylu sınıfın bu günkü temsilcileri
olarak addedebiliriz. Tabi ki bu burjuva kesim soyluların oluşturdukları
fotoğrafı performansla zenginleştirerek hareketli bir hale getirmiştir.
Uzun lafın kısası sanat eserlerinin
seyircilerin kendilerini tatmin etmesi ve yaratmaya çalıştıkları
kimlikleri desteklemesi için kullanılması alenen sanatın ve verilen
emeğin aşağılanmasıdır. Hele bu tarz seyirci performanslarını günümüzde
anlamları, toplumla kurdukları ilişki ve neye hizmet ettikleri sıkça
tartışılan “modern sanat” başlığıyla yan yana koyarsak durumun vahameti
ortaya çıkacaktır. En başta bahsettiğim Joshua Bell örneğinde olduğu
gibi önemli olan sanat değil bu sanatın tüketiminin seyircilerin
performanslarındaki yeridir. Meramım özetle şudur ki sanat, sanat
sevicilerinin sömürüsünden kurtulmadığı müddetçe istediği ilişkiyi ve
hak ettiği yeri bulamayacaktır.
[1] http://www.musikidergisi.net/?p=789
http://begonvilliev.wordpress.com/
http://begonvilliev.wordpress.com/
Bu yazı aynı zamanda Mimesis Sahne Sanatları Portali'nde yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/11/luks-tuketim-ve-seyirci-performanslari/