Aralık'13
Lise tarih dersi ezberidir; Fransız
Devrimi milliyetçi fikirler yayarak Avrupa haritasının değişmesine ve de
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki azınlıkların bu fikirlerden etkilenmesine
yol açmıştır. Bu durumdan etkilenen sadece Osmanlı İmparatorluğu değildi
elbette ki coğrafi olarak daha yakında bulunan Bir Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu vardı. Her zaman olduğu gibi iktidarının sarsıldığını
hisseden yapılanmalar bu değişime direnç gösterdiler ve onu silah
yoluyla bastırma yolunu seçtiler. Fransa’ya savaş ilan eden bu
devletlerin unuttukları bir şey vardı bir ülkeye saldırı olduğu anda
yurttaşlar ülkelerini ve ülkelerini temsil eden devrimi savunma yoluna
giderler. Dış tehdit daha öncelikli bir hal alır. Hocam Prof. Dr. Abbas
Vali bu durumun en net tezahürünün İran’daki İslami devrimi sonrası
yaşanan Irak saldırısında gözlemlenebileceğini söyler.
Konuyu biraz dağıtmış olsam da bir yazı
dizisi halinde yayınlamayı düşündüğüm bu inceleme için çok da absürd bir
giriş yapmadığımı düşünüyorum. Zira 1789 Fransız Devrimi öne süreceğim
düşünceler ve analizler için bir çıkış noktası niteliği taşımaktadır. Bu
yazı dizisinde iktidarların hegemonya kavramını ve günümüzde hayatın
her noktasına sirayet etmiş teknolojik yaygınlığın önemli bir parçası
haline gelen dijital oyunları ele alacağım. Bu giriş yazısının amacı
böyle bir yazı dizisi için teorik bir arka plan niteliği taşımaktır.
Sırasıyla iktidar sistemlerinin yarattığı hegemonyayı ve bu hegemonyanın
dayattığı bir düzende şekillenen ve insanların gündelik pratikleri
içine giren dijital oyunları ele alacağım. Sadece yapısal bir analize
gark olmayı istemiyorum Konuyu hem mikro-makro seviyelerde ele almak
sonrasında da bunların bir bileşkesini düşünmeye çalışmak yerinde
olacaktır. Bu incelemeyi teatral bir niteliğe büründüren ise oyun
kavramı ve bu kavram içerisinde yer alan simulatif oyunlar ile FRP
(Fantasy Role Playing) mefhumları olacak. Üstelik dijital oyunlarda
sistemi ve sosyal yapıları yeniden üreten insanlığın gündelik
performansları, bunların dramaturjileri de incelemeye dahil olacaktır.
Başa dönersek Fransız Devrimi lise tarih
derslerinde öğretildiği gibi doğrudan milliyetçilik düşüncesini
doğurmamıştır. Günümüzün algısıyla düşünmek yanıltıcıdır zira 1789
sonrası ortaya çıkan ağzı salyalı hamasi nutuklar atan bir milliyetçilik
düşüncesi değildir. Fransız İhtilali ve onu simgeselleştiren Bastille
Baskını ile esasında iktidarın meşruiyet zemini değişmiştir. Bu durum
1789′un en önemli noktasıdır. Özetle, meşruiyetini tanrıdan alan,
genellikle bir soya dayanan (Habsburg, Osmanlı, Romanov gibi) iktidarlar
meşruiyet sorunu yaşmaya başlamışlardır. İktidarın kaynağı olarak
“yurttaş” kavramı ortaya atılmış ve halkın rızasını kazanmış olmak bir
şart, koşul haline gelmiştir. Wallerstein, Fransız devrimi sonrası kendi
tabiriyle ideolojilerin ortaya çıktığını söyler. Bu üç ideoloji günümüz
tabiriyle radikalizm, liberalizm ve muhafazakarlık olarak
nitelendirilebilir. Bütün bu ideolojilerin temel çatışması değişimin
meşruiyeti, kaçınılmazlığı ve hızı konusunda olmuştur. Günümüzde
muhafazakarlık tanımı farklı şekillerde yazılmaya çalışılsa da temel
göstergesi Fransız Devriminin normalleştirdiği “değişim” düşüncesi
karşısındaki tutumudur. Fransız Devriminin politik değişimi
normalleştirmesi ve meşrulaştırması asıl önemli noktadır. 1789′da
burjuvalar ezilenlerin desteği ve yardımıyla iktidarı ele geçirmiş ve
kendilerine göre yeniden kurgulamışlardır. Bu tarih boyunca bu şekilde
işleye gelmiş, bir sınıf(sınıf kavramını ekonomik anlama kısıtlamadan)
diğer ezilenlerin desteği ile kendini yönetici sınıf haline getirecek
yeni bir sistem kurmuştur. Bu yenilenmelerde çoğunluğu oluşturan ve en
alt tabaka olarak tabir edilebilecek kesime git gide daha fazla
serbestlik tanımak zorunda kalınmıştır. Bu işleyiş ezilen çoğunluğun her
zaman bir araç olarak kullanıldığı sanısına yol açmamalıdır çünkü
tarihsel süreçte ezilen kesimin hareketliliği ve bilinçlenmesi artmış ve
muktedirler giderek daha fazla ayrıcalık tanımak durumunda
kalmışlardır. Bu durum günümüzde muktedirlerin sistemlerinin daha fazla
ayrıcalık tanıyamayacak noktaya gelmesine sebep olmuştur. Dünya-sistem
teorisyenlerine göre bir “çatallanma” dönemine girdiğimiz ve bu dönem
sonrası sistemin kendini yeni baştan kurgulaması zaruriyeti zuhur
etmiştir. Bu yeni sistemi bu dönemde gerçekleştirilecek alternatif
atılımlar şekillendirilecektir. Aksi takdirde daha totaliter bir
dünya-sistem içerisinde yer almamız muhtemeldir.
Yine Wallerstein[1]‘den
alıntılayacak olursak, yaşanan terör dönemi sonrasında Fransız
liberalleri toplumda kabul görebilecek bir orta yol olarak kendilerini
göstermişler ve radikaller ile muhafazakarları kendi çizgilerini ikna
etmişlerdir. Bu zamandan sonra radikal ve muhafazakar akımlar
çoğunluklar liberallerin birer tecellisi mahiyetine bürünmüşlerdir.
Dünya-sistem ister istemez kendini meşrulaştıracak farklı iktidar
mekanizmaları geliştirmek zorunda kalmıştır. Bu mekanizmalar iktidarın
meşruiyetini hem yapısal anlamda hem de gündelik hayatta sağlama işlevi
gütmüştür.
Bu meşruiyet çalışmalarına karşılık
olarak, sistem karşıtı hareket uzunca bir süre Marksist retorik
etrafında şekillenmiştir. 1900′lerin başında etkili olmaya başlayan ulus
hareketleri taşıdıkları nev-i şahsına münhasır özellikler nedeniyle
güçlü bir şekilde teorize edilmediklerinden sosyal bilimler alanı
çoğunlukla Marksist analize ağırlık vermiştir. Postmodernizmin süksesine
kapılarak bu analizleri “büyük anlatı” diyerek aşağılamak yersizdir.
Zira gerek Gramsci’nin hegemonya kavramı gerek Althusser’in ideoloji
analizleri gerekse Frankfurt Okulu teorisyenlerinin (Horkheimer, Adorno,
Benjamin, Habermas, vd.) geliştirdiği eleştirel teori, kültürel
Marksizm bize çok önemli yöntemler sunmaktadır.
Bu yazı dizisinde güttüğüm amaç buradan
başlayarak oyun kavramını, günümüzde oyun kavramının günlük hayata,
insan ilişkilerine ve sistemik işleyişin yeniden üretilmesine dair
çeşitli sosyolojik yaklaşımlardan yararlanarak bir düşünceler silsilesi
ortaya koymaktır. Her ne kadar sistemik bir analiz, farklı yaklaşımları
ihtiva den bir çalışma ve oyun kavramının günlük hayatımızdaki
çeşitlenmesine dair örneklemelerle analitik bir inceleme öngörsem de
esasında kervan yolda düzülür rahatlığında devam etmek istiyorum. Bu
bağlamda her ne kadar nispeten modernist nitelikler taşıyan bir
araştırma yöntemi benimsesem de Foucault’un “hele bir durun, ortaya bir
şeyler koyalım sonra toparlarız” mantığına daha yatkın hissediyorum.
Özetle bir komplo teorisini çevirmeden
dijital oyunların insan hayatına içkinliğini, oyunlarda yeniden üretile
sistemi ve geç-modern veyahut postmodern bir toplum olarak oyun
kavramının hayatımızdaki tezahürünü dair çeşitli akıl yürütmelerle bir
tartışma başlatmak istiyorum.
Aynı şekilde bu yazıyı bir giriş olarak
nitelendirip internet kullanıcılarının genel eğilimlerini de göz önüne
alarak yazımı bu uzunlukta sonlandırmak istiyorum. Her ne kadar henüz
konuya girmemiş olsam da bu kısa girişin konuyla ilgilenen insanlarda
bir intiba uyandırmaya yeteceğini düşünüyorum. Bir sonraki yazımda oyun
ve hegemonya kavramına dair yapısal bir çözümlemeye başlayacağım.
Kaynakça Yerine
* Immanuel Wallerstein, Dünya-Sistemleri Analizi ]Bir Giriş[ , çev. Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy, BGST Yayınları
* Michael Foucault, Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş, YKY
[1]
İsmin kökeninden dolayı Almanca telaffuzları kullanılsa da Immanuel
Wallerstein’in tercih ettiği telaffuza göre yazımı şekillendireceğim.
Bu yazı aynı zamanda Mimesis Sahne Sanatları Portali'nde yayınlanmıştır...
YanıtlaSilhttp://mimesis-dergi.org/2013/12/hegemonya-oyun-roller-ve-performans-1/