Kim neyi ne kadar hatırlıyor?
Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür sözüne karşı durmak isteyen insanlık bu mücadelede teknolojiyi ne kadar kullanıyor? Online notlar, elektronik ajandalar, birbiri ardına kaydedilen hatırlatmalar… Günlüklerin terk edildiği çağda o günden bize ne kalıyor…
Yiğit Sertdemir’in kaleminden çıkan Yaman Ömer Erzurumlu rejisiyle Altıdan Sonra Tiyatro topluluğunun sahneye koyduğu 444 bu konularda biraz kafa patlatmak için güzel bir vesile oluyor. Oyunun konusuna ve akışına kabaca göz atacak olursak, “Hatırlatma Merkezi” olarak çalışan bir çağrı merkezinde gece vardiyasında iki kişi çalışmaktadır. İş yerinde daha kıdemli olan kadın (Gülhan Kadim) ve işe yeni giren erkek (Yiğit Sertdemir) vardiya başladıktan bir süre sonra bir karışıklıkla karşılaşırlar. Ülkedeki bütün çağrı merkezlerinin telefonları bu “Hatırlatma Merkezi”ne yönlendirilmiştir. İşler karışmaya başlar. İkili eğer durumu idare edebilirlerse patronları tarafından takdir edileceklerini ve ikramiye ile ödüllendirileceklerini düşünürler. Bir müddet sonra 4 milyon kişinin hatırlatma kaydı olan arşiv elektronik ortamdan yok olmuştur. Arşiv daha sonra geri gelir fakat bazı değişikliklerle…
Oyuna ilham veren önemli odak noktalarından birisi modern toplumun hafızasızlığı… Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nda (BÜO) ve Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü Drama Komisyonu’nda (BÜED Drama) yaptığımız Antik Yunan çalışmalarında, dönem toplumunda var olan “toplumsal hafıza” hep ilgimizi çekmişti. Tragedyaların kaynağı olan hikâyelerin oldukça geniş bir kesim tarafından bilinmesi, Aristofanes’in komedyalarında başta Euripides olmak üzerine diğer şairlerin oyunlarına yaptığı göndermelerin bolluğu, ünlü kehanetlerle, mitoloji ve 20-30 senelik olaylarla bezenmiş anlatımlar “nasıl bir toplumsal hafıza” sorusunu sormamıza neden olmuştu. Örneğin Sokrates’in idamında, idamdan 24 yıl önce Aristofanes’in Sokrates gibi filozofları eleştirdiği Bulutlar oyununun etkili olduğu iddiası günümüz için biraz ilginç duruyor. Modern insana baktığımızda ise bu durumun zıttıyla karşılaşıyoruz. Balık hafızalı bir toplum ve tarihe kimin tarafından not edildiğine dikkat edilmesi gereken “hatırlatıcı notlar”… Toplumsal hafıza mevzu nicedir edebiyat, sinema, tiyatro, resim, fotoğraf gibi birçok sanat alanına ilham vermekte. Orwell’ın 1984’ü bu alanda en iyi bilinen örneklerden biridir. Kısaca bahsedersek, Okyanusya Devleti’nde Doğruluk Bakanlığı’nda çalışan Winston Smith günün gereklerine göre geçmişle ilgili tek veri kaynağı olan, devlet tarafından düzenlenen arşivi ve resmi gazetenin eski sayılarını gelen günlük emirlere göre yeniden yazarak değiştirmektedir. Toplumda resmi ideoloji tarafından dayatılan dışında bir bellek yoktur. Örneğin bir gün kişi başına düşen çikolata miktarının 300 gramdan 200 grama düşürüldüğü söylenip ertesi gün kişi başına düşen çikolata miktarının 150 grama çıkarıldığı söylenmektedir.
İçinde bulunduğumuz sistemin hatırlayan değil uyum sağlayan bireyler arzulaması elbette yadırganacak bir durum değil. Hiçbir işveren, işçisinden daha fazla ve daha esnek çalışabilmesini isterken onun neoliberal politikalarla elinden alınan sendikal ve sosyal güvenlik haklarını geri kazanmaya çalışmasından hazzetmez. Oyunun isminin 444 olması gelişen teknoloji ile birlikte yaygınlaşan otomasyon sistemlerini imlemesi yoluyla güzel bir dramaturjik seçim olmuş. 444 yeni kapitalizmin kod numarası… Bütün bu hengâme içerisinde yaşadıklarımız içerisinde resmi tarih bakışının bize dayattığı ana akım söylemlerle tarihi düşülen notlar belki de kişiyi unutmamak için vakanüvisliğe zorluyor. Sertdemir’in oyunundaki toplumsal eleştiriler ve dert edilen mesele süregelen “ne için, nasıl tiyatro” tartışmalarına bir cevap olarak da görülebilir. Grubun genel tercihi olan kara mizah anlayışı seyirciyi sorgulamaya iten bir güce sahip.
Tiyatro alanından söz etmişken, yaz aylarında Galata Perform tarafından düzenlenen Yeşim Özsoy Gülan’ın yürütücülüğüne yaptığı “Bir Bellek Alanı Olarak Tiyatro” atölyesine katılmıştım. Toplumsal hafızayı ve resmi tarih mevzunu dert edineceği öngörülen bir atölyeydi. Son kısmına katılamadığım atölyede “tiyatroda resmi tarih algısına alternatif bir söylem” beklentimi tam olarak bulamamıştım. Bu konu bağlamında yakın zamanda prömiyerini yapan Yeşim Özsoy Gülan’ın yazıp yönettiği “Yüzyılın Aşkı” oyununu izlemeyi merakla bekliyorum.
Oyuna dönecek olursak, işe yeni başlayan erkek tipleme düzene isyan etmemiş, bunu yararsız olarak görmüş bir insan. Kendisine söylenen, dayatılan şeylerin kimi zaman yanlışlığının bilincinde olarak kabullenmiş. Bu yönelim oyuna çok ince ve güzel bir biçimde yerleştirilmiş. Karakter hobi olarak kelimelerin “sözlük anlamlarını” ezberliyor. Olguları kendisine verilen -kalıp yargılarla- değerlendiriyor. Bu metafor birebir olmasa da Kapıların Dışında oyunundaki gözlük metaforunu anımsatıyor. Kadın tiplemeyle aralarında çıkan çatışmaların bir kısmını bu sorgusuz kabullenme oluşturuluyor. Oyun boyunca kendine dayatılan tanımları değiştirebileceği, değiştirmesi gerektiği gerçeği aklını bulandırıyor. Eleştirel dozu oldukça iyi ayarlanmış bir karakter olarak ortaya çıkması oldukça yerinde zira seyircinin var olan durumda özdeşleşme yaşayarak kendini sorgulamasını sağlamasını sağlıyor. Hayatı hakkında edindiğimiz bilgilerle tiplemeyi koşullarıyla beraber değerlendirebiliyoruz. Oyun boyunca tipleme çizgisini çok rahat takip edebiliyoruz. Kafasında oluşan çatlaklar, kabullenimlerinin muğlâklaşması, aklının bulanması… Tiplemenin oyunculuk yoruma dair belirtmek istediğim bir nokta var. Genel olarak başarılı bir oyunculuk izlememize karşın zaman zaman tiplemenin verdiği tepkilerin ve heyecanının büyüklüğü anlamlanmıyor. Bu tepkiler kurulan atmosferden ayrık durabiliyor. Bu âraz oyunun genelinde küçük bir yer tutsa da temizlenmesi seyirlik açıdan daha iyi olur kanaatindeyim.
Oyun süresince kadın karakterle erkek karakter arasında diyalektik bir etkileşim görüyoruz. Kadın değiştirmeyi denemiş, bir zaman sonra içine kapanmaya başlamış, kimsenin ona ulaşamadığı ama onunda kimseye ulaşamayacağı bir yerde, hayattan saklanmıştır. Kendine dayatılanlarla dalga geçmek elindeki tek silahı olarak kalmıştır. En savunmasız, zor durumlarda bile insanların elinde kalan tek silah, ona dayatılan iktidarı, otoriteyi yok saymak onunla dalga geçmek ola gelmiştir. Muktedirlerin altı doldurulmuş, eleştiri gücünü kaybetmemiş bir mizaha tahammül edememeleri bu yüzden değil midir? Kadın her ne kadar geri çekilmiş olsa da içinde bir yerlerde umuda sahiptir. İçindeki sevgiyi bir canlıya yöneltmiş bu sayede canlı durmaktadır. Canlının ismi ise, Yiğit Sertdemir’in herhangi bir oyununda duyduktan sonra seyirciyi gülümseten bir kelime “filifu”. Karşımıza bir hamster olarak çıkıyor. Tiplemeye yöneltilen en büyük eleştiri kendini insanlardan, insani ilişkilerden koparmış olması. Buna rağmen kadın, ne tamamen vazgeçmiş ne de muhaliflikten dem vuran bazı kesimler gibi olgulardan, olaylardan ve iş yapmaktan uzaklaşarak kendini soyut, teorik tartışmalara gark edip ve bu sayede kişisel tatmin sağlamaya yönelmiştir. Yenilgiyi tatmış hissederken, sistemde çatlaklar yaratma ihtimali, bunu destekleyebilme hatta buna izin verebilme konumunda bulunması kadını yeniden canlandırıyor.
-Bu konuya değinmişken günümüzde halk hareketlerinden umudunu kesmiş onlara sırtını çevirmiş üsttenci, darbeci, veya devlet ve iktidarla anlaşma, uzlaşma, tavizler koparma yolunu seçmiş “muhalif” kesimlerin art arda gelen halk isyanlarıyla diktatörlerin devrilmesi karşısında yaşadığı çelişkileri, şaşkınlığı izlemek eğlenceli olabiliyor.– Her neyse, tipleme, oyunculuk babında oldukça başarılı olarak kotarılmış. Gülhan Kadim, O.B.E.B., Öldün Duydun mu? gibi oyunlarda gösterdiği başarılı performansı devam ettiriyor.
Oyunun geçtiği mekan olarak çağrı merkezinin seçilmesi oyunda ikinci planda işçi sömürüsü, insan ilişkilerinde çalışma koşullarından ötürü yaşanan samimiyetsizlik gibi mevzuların işlenmesine olanak sağlamış. Bilindiği gibi bu alanda yaşanan olumsuzluklara karşı, sorunu kamusallaştırma ve buna karşı örgütlenme çağırıcılığı yapan bir internet sitesi var: http://www.gercegecagrimerkezi.org/
444’te oyun boyunca yükselmelerin, gerilimlerin ayarlanmasıyla seyircinin ilgisini canlı tutuluyor. Mizah ve dramaturji iyi harmanlanmış bir biçimde ancak bazı zamanlar bu ayrışabiliyor. Yaşanan dramaturjik tartışmalardan sonra mizah öğesinin ortaya çıkması gibi… Bu konuya biraz daha dikkat edilirse teatral bağlamda daha organik bir akış ortaya çıkacaktır. Yalın bir ışık tasarımının kullanılması, dekor ve kostüm tasarımlarının da üslupsal olarak birbirleriyle bağdaşmaları ve diğer teknik alanlardaki uygulamalar oyunun seyirli kalitesini bir kat daha artırmış.
Kumbaracı50 ile ilgili naçizane bir öneri yapmak istiyorum: Kimi zaman gerçekleşen elektrik kesintileri dolayısıyla oyunların yarım kalmasını engellemek için bir jeneratör gerekiyor. 444, Altıdan Sonra tarafından Kumbaracı50’de oynanmaya devam ediyor. Mutlaka izlemenizi öneririm…
*Bu yazı aynı zamanda Mimesis Portal'de yayınlanmıştır.
YanıtlaSil*Bu yazı aynı zamanda BÜED Yazınca sayı:11'de yayınlanmıştır.
YanıtlaSil