26 Mart 2012 Pazartesi

“Sezuan’ın İyi İnsanı” na Dair

Bu yazı Mimesis Dergi 21. sayı için hazırlanan makalenin taslak versiyonudur. Makalenin aslına ulaşmak için:
http://uzerineyazilar.blogspot.com.tr/2013/06/brechtin-sezuan-ve-anlatnn-farkl.html

Mart 2012         
         
            İstanbul Devlet Tiyatroları bu sene Bertolt Brecht’in Sezuan’ın İyi İnsanı adlı oyununu Yücel Erten rejisiyle sahnelere taşıdı. 1981’de Piccolo tiyatroda Strehler yorumuyla gerçekleştirilen sahnelemenin[1] kaydını izledikten sonra kanlı canlı bir Sezuan’ın İyi İnsanı’nı izleme fırsatı beni oldukça heyecanlandırmıştı. Hele ki oyunu, kadro yapısı, zaman, oyunculuk eğitimi, teknik imkân gibi kısıtlamaları olan bir üniversite tiyatrosundan değil de kendi yorumunu ortaya koyabilecek imkânlara haiz bir tiyatrodan izleme imkânı mevcuttu. Strehler’in yorumuna gelecek olursam; her ne kadar izlediğim kayıt, İtalyanca olmasından dolayı repliklerine hâkim olamasam da 3.5 saat süren oyunun, çok az kısaltıldığı anlaşılıyordu. Bu prodüksiyonun oyunculuk yorumları ve sahneleme üslubu oldukça etkiliydi. Sahnelerden çıkan etkileri, oyuncuların jestlerini değerlendirirken zaman zaman karşılaştırmaya başvuracağım. “Repliklerini takip edemediğin bir oyunla nasıl karşılaştırma yapacaksın?” sorusu anlamlı olsa da kaydı izlemiş olmanın fiziksel aksiyonların icrası ve sahneleme üslubunu değerlendirme konusunda yeterli bir fikir vereceğini düşünüyorum.

Altıdan Sonra Tiyatro’dan Kapıların Dışında

Bilal Akar- Gamze Tosun
03.12.2010

Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu 2006-2007 sezonundan bu yana Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” isimli oyununu sahneye koyuyor. Oyun, 30 Ekim günü Kumbaracı50 sahnesinde Yiğit Sertdemir’in yönetmenliğinde, Ebru Gözdaşoğlu, Onur Kahraman, Seda Özen Yürük, Tomris İncer, Yaman Ömer Erzurumlu, Yiğit Sertdemir kadrosuyla tekrar oynandı. Topluluk diğer prodüksiyonlarıyla beraber “Kapıların Dışında” oyununu sergilemeye devam ediyor.
Oyun, 1946 yılında yıkım edebiyatının öncülerinden, Nasyonal Sosyalizm ve savaş karşıtı görüşlere sahip Wolfgang Borchert tarafından 1 hafta gibi kısa bir sürede kaleme alınmış. Yazar, ikinci dünya savaşı sonrasında Almanya’ya, evine, dönen bir askerin taşıdığı savaş izleriyle yaşayabilmek ya da yaşamdan vazgeçmek arasında savruluşunu, iç çatışmalarını anlatırken,  iktidar odaklarının ve toplumda savaş sonrası duruma kayıtsız kalan halkın eleştirisini yapıyor. Savaşı yaratan ve toplumu savaşa sürükleyen odakları, savaş sonrası toplumda oluşan psikolojiyi, savaş gerçekliğini birebir yaşamış ve evine döndüğünde bu yükü hala içinde taşıyan bir askerin iç dünyasını irdeleyen oyun, yazar tarafından “ hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği oyun” olarak nitelendiriliyor. Eser üzerinde uzun çalışmalar yapılmadan, bir hafta gibi kısa bir sürede yazarın bağrından koparcasına metne dökülmüş. Savaşı ve getirdiklerini, Pakize Barışta’nın ifadesiyle “seyircinin yüzünü bir yandan şefkatle okşarken bir yandan tükürüğe boğarak” anlatıyor.

Aristofanes, Seyircisini Nasıl Yarattı?

Yazar: Niall W. Slater
Çevirenler: Bilal Akar, Serhat Kurtuluş
Redaksiyon: Mustafa Yıldız
2011




            Aristofanes komedyası, içerdiği birçok veriden ötürü komedya seyircisinin yapısı üstüne düşünmek ve onu yorumlamak için oldukça elverişlidir. Bu verilerin tarafsız addedilemeyeceğini belirtmek gerekir. Aristofanes’in seyirciyi ele alırken amacı, onun ilgisini yönlendirmek, seyircinin genel olarak şekillenmiş davranışlarına yönelmek veya bu davranışları yeniden şekillendirmektir. Aristofanes’in seyirci tepkisini yönlendirme çabaları buradaki tartışmamızın ötesindedir. Esas odak noktamız ise genel olarak seyircinin katılımını ve tepkisini kontrolü altına alabilme mevzunda öne çıkarttığı stratejileridir. Bu konu üzerine yöntemsel bir varsayımı burada açıklamakta fayda var. Aristofanes oyunlarında seyirciyi yönlendirmek için kullanılan bir karakter veya koronun mizahi veya etki bırakıcı olabilmesi için gerçeklikten beslenmesi gerekmektedir. Yani oyundaki şeyler aslında Aristofanes’in gösterdiği gibi değilse en azından seyircinin anlayabileceği ve bir tepki üretebileceği seviyede gerçeğe yakın olmalıdır.

Türkiye’de Çağdaş Tiyatro Üzerine Mirza Metin’le Söyleşi

03.03.2012

Kendinizden, hayatınızdan ve tiyatroya başlamanızdan söz eder misiniz?
1983’te Doğu Ekspresi ile Kars’tan İstanbul’a göç etmişiz ben üç yaşındayken. Bağcılar’da büyüdüm ve liseye kadar burada okudum. Babam bir yandan siyaset bir yandan ticaretle uğraşıyordu. Aynı şekilde annem de bir yandan siyaset bir yandan da ev hanımlığı ve annelik yapmaya uğraşıyordu. Ama ikisi de ikinci şıklarda yeterli olamadılar. Üç kardeş biraz kendi başımıza büyüdük sayılır. Ama ailem benim hayatıma yön verecek önemli bir şey yapıp ‘94 başında iki kardeşimle beraber bizi MKM’ye (Mezopotamya Kültür Merkezi) yazdırdılar. Burada müzik, halkoyunları, tiyatro, Kürtçe dil dersleri aldım. Tiyatroyla ilk tanışıklığım burada başladı. İlkokulda izlemişliğim var ama hiç ilgimi çekmemiş. İçime kapanık bir çocukluk geçirdim. Gerçi şimdi de farklı sayılmam. Bir yıl boyunca haftasonları derslere devam ettikten sonra hocalarımız başarı sertifikası ile bize teşekkür edip en sevdiğimiz alan hangisi ise o alanda eğitimimize devam edebileceğimizi söylediler. Ben de tiyatroyu seçmiştim. Şimdi düşünüyorum da o zamanlar (hatta şimdi de) doğaçlama yaparken nefes aldığımı hissediyordum. Böylelikle ‘95’te tiyatro eğitimime Teatra Jiyana Nû’nun eğitim birimi olan Şanoya Hêlîn’de başladım. Liseyi bitirene kadar hafta sonralarım tiyatro derslerinde geçti. Gecelerde, şölenlerde, kutlamalarda, grevlerde, değişik sahnelerde çeşitli kısa oyunlar ve skeçlerle sahneye de çıkıyordum. ‘99’da ekonomik sebeplerden biraz da gelecek kaygılarıyla garsonluktan boyacılığa birçok işte iki yıl boyunca çalıştım. Bir yol bulamamıştım, üniversiteyi de kazanamamıştım, gazeteci olmak modaydı ben de istemiştim bunu, ama dershanede ders çalışmak yerine derslerde kendimce şiir yazmıştım. Çok fazla gözlem yapardım çünkü içimde sanki hocalarım beni tekrar sahneye çıkaracak da doğaçlama yapmamı isteyecekler diye bir duygu kalmıştı. O çalıştığım iki yıl boyunca bu duyguyu hep taşıdım.‘01’başında hocalarımla konuşup geri döndüm tiyatroya bir daha da ara vermedim. ‘03’te Seyrî Mesel Tiyatrosu’nun kuruluş çalışmalarında yer aldım. ‘08’e kadar burada oyuncu olarak ve eğitmen olarak çalıştım. ‘08’ Ekim’inde ise DestAR-Theatre sürecini Berfin Zenderlioğlu ile beraber başlattık. Ardından da sahnemiz olan Şermola Performans’ı kurduk.

Sessizliğe, Vahşete, Hayatın “Kaçak” Haline Dair

12.01.2012


Ne zaman uzak, sıcak bir hayale tutunur insan?
Ne zaman haykırışları gözyaşlarıyla kesilir?
Ne zaman eline kalemi aldığında “umut” yazmak isterken “–suz” kendiliğinden çıkagelir?
Yüreği 33 yerden kurşunlanmışken, 35 can sarhoş atlarıyla koyun koyuna uzanırken, hangi tiradı atabilir bir oyuncu “barış” tan başka?
Hangi imgeyi kullanabilir, yerlerde sürünen bir insan ve ona “yasal mermisiyle” yaklaşan bir adam gözünün önünden gitmezken…
Ne suçlamak ne de lanetlemek dindirir öfkeyi, çaresizliği, içinden gelen yaşları…
İçtiği kaçak sigaranın dumanı, parçalanmış bir çocuk bedenine dönerken neye yarar bir nefes daha almak?
Elini uzattığında dağılan duman gibi dağılmışsa 13 yaşında bir çocuğun bedeni…
Sessizliğin vahşetle özdeşleştiği kaç an olmuştur şu canına yandığım dünyada…
— Efendim? Birisi bir şey mi söyledi? “Barış” diye haykıran, “insanlığının” peşinde koşan insanların çığlıkları, bomba gürültüleriyle bastırılmışken ben hiçbir şey olmamış gibi sahneye çıkamam mı dedi?
Üzerinden yıllar geçmeden, iktidar değişmeden, statüko kendini yenilenemeden Uludere’ye ağıt yakabilecek, Uludere’nin hesabını sorabilecek insanlar, sanatçılar bu kadar azsa, geri kalanlarınızın gelip yüzlerinize tükürdüğümüzde hangi yüzle temizleyeceksiniz o tükürüğü…
Kolay mı sanıyorsunuz bir insanın içinde tuttuğu son sıcak nefesini bir dağ yamacında gözlerine toprak dolmuşken vermesini… O anda ne düşündü hiç merak etmediniz mi?
Ölmeyenler, ölemeyenler henüz öldürülmeyenlerin ne duyumsadığını içten içe bile olsa merak ettiniz mi?
“Sevmek-ölmek kimi zaman rezilce korkuludur,
İnsan bir akşamüstü ansızın yorulur,
Tutsak, ustura ağzında yaşamaktan”

Diyelim ki bir anlığına insanlığınıza geldi, ses çıkardınız, bir damla gözyaşı da “hayatın kaçak halini” yaşayanlar için düşürdünüz yüzyıllardır kendi insanının kanıyla ağulanmış bu topraklara…
Üsttekiler tiyatronuzu başınıza yıkar diye korkmayın…
Nasıl olsa vicdanlarınız o sahneyi başınıza geçirecektir…
Son kelam…
“Bayrakları bayrak yapan bayrak imalatçılarıdır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa: utanmalıdır.”

Starbucks Karşı-İşgali Üzerine Teatral Notlar

27.12.2011

Bilenlerin bildiği, bilmeyenlerin de ilgili bir blogdan hatta ana akım medyadan öğrenebileceği üzere Boğaziçi Üniversitesi’nde Starbucks’a ve üniversite yönetiminin kampüs ve yönetişim[1] algısına yönelik yaklaşık 20-25 gündür öğrenciler tarafından bir karşı işgal örgütlenmekte. Herhangi bir insanın, bu işgalin niteliği, süreci konusunda önyargılarla veyahut var olan tanımlamalarla ahkâm kesmeden önce mevzu bahis olan bloğu okuması gerektiğini düşünüyorum. Bu yazıda, öğrencilerin yaşam alanlarını işgal eden anlayışa karşı geliştirdikleri karşı-işgal veyahut öğrenciler arasındaki ifadesiyle –şenliğin- argümanlarını sıralayacak değilim. Kaldı ki bir “süreç” özelliği taşıyan bu hareketin kısaca özetlenmesinin yanlış olacağı kanaatindeyim. Bu yazıyı kaleme aldığım yerin eylem yeri – Boğaziçi Starbucks – olması da birazdan kuracağım “yaşam alanını ve hayat pratiğini değiştirme dönüştürme- söyleminin somut bir ifadesi olduğunu düşünüyorum. Zira Starbucks artık sadece 8 TL’ye kahve içilen bir yer değil, mekânın dönüştürülmesiyle alternatif var oluş şekilleri ve alternatif bir öğrenci sistematiği deneylerine mekân olmuş bir yerdir.
Özet olarak bu yazının konusunu, seyirci-oyuncu ilişkisinin farklı bir yaşam pratiği, yaşam kültürü eşliğinde ele alınması oluşturacaktır. Bu ele alış derinlikli bir analiz iddiası taşımamakta, sadece gözlemler üzerine tutulan notlar niteliğine sahip olmaktadır.

Öylesine Bir Çehov: Sevgili Doktor

23.11.2011

Şehir tiyatroları, Neil Simon’un Çehov’un öykülerinden ve tek perdelik kısa oyunlarından yararlanarak yazdığı Sevgili Doktor adlı oyunu sahneliyor. Oyun Üsküdar Musahipzade Celal Sahnesi’nde seyirciyle buluşmaya devam ediyor. Oyunda yer alan sekiz öykü-kısa oyun içerisinde “Bir Devlet Memurunun Ölümü ” veya “Memurun Ölümü” gibi Çehov’un oldukça tanınmış eserleri de var. Metnin tiyatro sahnelerine taşınmasına ön ayak olan, Amerikan sineması ve tiyatrosunun tanınan isimlerinden Simon, genel olarak orta sınıfın gündelik çelişkilerini ele alan bir yazar. Aynı zamanda Broadway’de  4 oyunu birden aynı anda sahnelenen popüler bir isim.

Üniversite Tiyatrolarında Hiyerarşi, İnisiyatifsizlik ve Koordinatörizm

11.10.2011


Türkiye’de örgün eğitim sisteminin son ayağı olan üniversitelere adım atan insanların sosyalleştikleri ve diğer insanlarla birlikte üretim gerçekleştirebildikleri ilk yer öğrenci kulüpleri olmaktadır. Ancak bu kulüplerin işleyişleri koordinatörizm veya katı hiyerarşi hastalıklarına maruz kalabilmektedir. Özellikle tiyatro kulüplerindeki bu durum oyunların dramaturjik yorumuna, aynı zamanda bu dramaturjide ortaklaşma süreçlerine yansımaktadır. Bu yazıda bu sorunların tartışılmasına bir giriş yapmaya çalışacağım. Bu süreçlerin sahne üstü sanatsal boyutuna da kısaca değinmek istiyorum.

Üniversite Tiyatrolarında “Koro” Kullanıma Dair Notlar

2011



2010-2011 senesi içerisinde BÜED(Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü) Drama Komisyonu olarak yaptığımız Antik Yunan Tiyatrosu çalışmaları bağlamında “koro” nun bir tiyatro oyunu içerisinde var oluşuna dair bir tartışma yürüttük. Bu yazı güncel yorumlarda “koro” nun nasıl yer ettiğine dair bazı gruplar üzerinden gözlemler taşımaktadır. Bu alanda söz söyleyebilmek için oyunların dramaturjisinin, sahnelemelerinin ayrıntılı olarak incelenmesi gerekmektedir. Ancak bu yazıda böyle detaylı bir incelemeye girişmeden, üniversite tiyatrolarının pratikleri üzerinden bazı yorumlarda bulunacağım. Bu kapsamda Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları’nın “Lysistrata” ve “Kadınlar Meclisi” oyunlarını, Ege Üniversitesi Tiyatro Topluluğu’nun “Ayak Bacak Fabrikası” oyununu, Anadolu Üniversitesi Yaşayan Tiyatro grubunun “Midas’ın Kulakları” oyununu ve İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin “Antigone” sini inceleyeceğim.

Üstün Fikrin Komedisi ve Bir Üniversite Tiyatrosu Olarak BÜO

01.07.2011


Bu yazıda Melih Anık’ın izlemeye geldiği “Kadınlar Meclisi” oyunumuzdan sonra yazdığı yazı üzerinden bir tartışma yürütmeye çalışacağım. Bahsettiğim yazı Aristofanes ve oyunları üzerine detaylı bilgi içerdiği için ben de biraz kendi yaptığımız çalışmalardan, çevirilerden ve özetlemelerden yararlanarak bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum. Temel olarak iki nokta üzerinde duracağım: İlki Aristofanes’in teatral anlayışı, oyunlarının yapısı ve bu bağlamda BÜO’nun “Lysistrata” ve “Kadınlar Meclisi” prodüksiyonları, ikincisi ise bir üniversite tiyatrosu olarak BÜO’nun işleyişi ve amaçları. 

Liselilerin “Kapıların Dışında”sı

31.05.2011

Geçtiğimiz günlerde sona eren Terakki Vakfı 16. Gençlik Tiyatroları Festivali’nde Halkalı Toplu Konut Lisesi Tiyatro Topluluğu’ndan Wolfgang Borchert’in “Kapıların Dışında” oyununu izleme fırsatım oldu. Bir üniversite topluluğunda tiyatro yapan biri olarak, birkaç sene sonra beraber tiyatro yapacağımız arkadaşların üretimlerini, emeklerini izlemek oldukça keyif vericiydi. Elimde bir program dergisi olmadığı için prodüksiyonun künyesini yazamıyorum ancak arkadaşların gösterdiği kolektif emeği kutluyorum.
Wolfgang Borchert, Nazi Almanya’sı döneminde muhalif kimliğinden dolayı yaşadığı sorunlar yüzünden sağlığını kaybedip 36 yaşında öldüğünde arkasında şiirler ve öyküler bırakmıştı. Ancak ona asıl ününü kazandıran, savaştan döndüğü bir hafta içerisinde yazıp bitirdiği fakat sahnelenmesini göremeden öldüğü, “Kapıların Dışında” oyunu olmuştu. Dışavurumcu bir tarzda kaleme alınan oyun, Borchert’i Yıkım Edebiyatı’nın en tanınan yazarlarından biri haline getirdi. Oyun, güçlü bir anti militarizm vurgusu ve nihilizan bir toplum eleştirisi ihtiva etmektedir. Oyun Türkçeye Behçet Necatigil ve sonrasında Yüksel Baypınar tarafından çevrilmiş. Bu iki çeviri arasında yorumsal çok fazla fark olmamasına rağmen, kişisel olarak Behçet Necatigil’in kurduğu dilin, daha vurgulu olduğunu ve dramaturjik noktaları daha görünür kıldığını düşünüyorum.

Tilt

11.04.2011


Volt Tiyatro Topluluğu, bu senenin Ocak ayından beri “Tilt” oyununu oynuyor. Dört aylık bir gecikmeden sonra oyunu 5 Nisan’da Kumbaracı50’de izleyebildim. Tilt, 5 farklı kısa oyun ihtiva eden yaklaşık 60 dakikalık bir prodüksiyon. Ebru N. Celkan’ın yazdığı, Aslı Erguvan’ın yönettiği oyunda, Cem Bayurgil, İpek Türktan, Levent Can, Mine Tugay, Murat Garibağaoğlu, Murat Mahmutyazıcıoğlu, Sezgi Mengi, Şerif Sezer ve Ushan Çakır oyuncu olarak yer alıyorlar. Tilt kelime anlamı olarak kilitlenme müdahale edememe gibi bir intiba uyandırıyor ki bu anlam da hala daha güncellenerek oynanan eski bir tetris oyunundan geliyor. Oyun içerisinde müdahale edememe, değiştirememe, pasif kalma gibi göndermelerle kullanılabilir bir anlam gibi duruyor. Yine de bu konuda kesin bir bilgi sahibi olmadan ahkâm kesmek yanlış olur diye düşünüyorum.
Oyunun tanıtım yazısında “şehir hayatının kaotik hızı, ölümle yaşam arasında sıkışmış gerçekliklerimiz, o kadar içimizde olmasına rağmen o kadar dışımızda kalan başkalarının hayatını konu alır. Oyunda genel tema; toplumsal yaşamda yalıtılmış ve yalnızlaştırılmış bireylerin sistem karşısında yaşadıkları güvensizlik, çaresizlik, amaçsızlık ve güçsüzlüktür.” şeklinde bir açıklama mevcut. Bölümlerin tek tek incelemesine geçmeden önce genele dair, birkaç şey söylemek iyi olacaktır. Sürekli kendini vurgulayan bir ölüm çeşitlemesi mevcut. Nasıl bir ölüm? Ancak oyunun bunu irdelediğini söylemek zor. Oyundaki bölümler birbirine yalnızca tematik olarak bağlı. Ancak her bölümde kendilerinin seyirci tarafından izlendiğini bilen karakterler bunu repliklerle ifade ederek farklı bir üslup yaratmaya çalışıyorlar. Genel dramaturji çerçevesinde seyircinin, günlük hayatta var olan ve sürekli kendini yeniden üreten bu tarz durumları “seyrettiği” vurgulanıyor.

Bir Masalın “Otobüs” ü

 19.03.2011

Tiyatro Boğaziçi’nin kadın oyunları formatında başladığı oyun, yeniden düzenlenerek geçtiğimiz günlerde Maya Sahne’sinde karma seyirciyle prömiyerini yaptı. Yazım ve reji sorumluluğunu Sevilay Saral’ın üstlendiği, dramaturjinin kolektif kadın çalışmasıyla yapıldığı, hareket yönetiminde Metin Göksel’in, koreografilerde Banu Açıkdeniz’in ve Gülcan Küçük’ün imzasını taşıyan “Otobüs” son zamanların izlenmeye değer oyunlarından. Oyuncu kadrosunda yer alan isimler: Aysel Yıldırım, Ayşan Sönmez, Banu Açıkdeniz, Başak Doğan, Gülcan Küçük, Nihal Albayrak, Pınar Gümüş, Sema Merve İş, Senem Han ve Zeynep Okan. Teknik alanda bir çoğu BGST’li olan insanlar sorumluluk üstlenmiş durumda.   Tiyatro Boğaziçi prodüksiyonu 16 Mart’ta Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Tiyatro Salonu’nda sergiledi.

Otobüs oyunu, “temiz” çıkmadığı gerekçesiyle kocası tarafından geri gönderilen bir kadının, bir “kadınlar otobüsü”nde yaptığı aile evine dönüş yolculuğunu konu alıyor. [1] “Otobüs”,  bir otobüste yolculuk eden on kadının öyküsü. On kadın… Onlar aynı yola baş koymuyorlar, gelin görün ki hiç biri bu yola taş da koymuyor. Her biri farklı bir tipolojiyi temsil eden kadınlar beyaz’ın hikâyesine, hem temasal hem de toplumsal bağlamda ilişkileniyorlar.           

Kapitalizmin Kod Numarası “444”

21.02.2011

Kim neyi ne kadar hatırlıyor?
Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür sözüne karşı durmak isteyen insanlık bu mücadelede teknolojiyi ne kadar kullanıyor? Online notlar, elektronik ajandalar, birbiri ardına kaydedilen hatırlatmalar… Günlüklerin terk edildiği çağda o günden bize ne kalıyor…
Yiğit Sertdemir’in kaleminden çıkan Yaman Ömer Erzurumlu rejisiyle Altıdan Sonra Tiyatro topluluğunun sahneye koyduğu 444 bu konularda biraz kafa patlatmak için güzel bir vesile oluyor. Oyunun konusuna ve akışına kabaca göz atacak olursak, “Hatırlatma Merkezi” olarak çalışan bir çağrı merkezinde gece vardiyasında iki kişi çalışmaktadır. İş yerinde daha kıdemli olan kadın (Gülhan Kadim) ve işe yeni giren erkek (Yiğit Sertdemir) vardiya başladıktan bir süre sonra bir karışıklıkla karşılaşırlar. Ülkedeki bütün çağrı merkezlerinin telefonları bu “Hatırlatma Merkezi”ne yönlendirilmiştir. İşler karışmaya başlar. İkili eğer durumu idare edebilirlerse patronları tarafından takdir edileceklerini ve ikramiye ile ödüllendirileceklerini düşünürler. Bir müddet sonra 4 milyon kişinin hatırlatma kaydı olan arşiv elektronik ortamdan yok olmuştur. Arşiv daha sonra geri gelir fakat bazı değişikliklerle…

Şşş… O.B.E.B. !

10.01.2011

Altıdan Sonra Tiyatro, O.B.E.B oyununu 8 Ocak Cumartesi günü Kumbaracı50 sahnesinde bir kez daha sergiledi. Oyun topluluk tarafından ilk kez 2004-2006 aralığında oynanmış. Künyesine göz atacak olursak:
Yazan-Yöneten: Yiğit Sertdemir
Oynayanlar: Aslı Can Kortan, Ebru Gözdaşoğlu, Erkan Kortan/Onur Kahraman, Gülhan Kadim, Seda Özen Yürük , Yiğit Sertdemir/Ömer Erzurumlu
Kostüm ve Sahne Tasarımı: Gamze Kuş
Işık Tasarımı: Yiğit Sertdemir
Özgün Müzik ve Efekt Tasarım: Erhan Yürük
Prodüksiyon 2 perde, 135 dakika halinde sergileniyor. Oyunun konusu kabaca, 1970’li yıllarda bir psikolog ve yardımcısı tarafından, birbirinden farklı dört kadının psikodrama yöntemiyle “merkezce” belirlenen hedeflere yönlendirilmesini anlatan bir “komplo teorisi” niteliğinde.

"Yeşilçam Dedikleri Türkiye" Üzerine okuma notları

* Bu yazı bir edebiyat dersi için hazırlanmış olup, okuma notları şeklinde düzenlenmiş mütevazı bir denemedir...




“Grevdeki bir ilaç fabrikasının kapısında, gece yarısı karanlığında yaşamını yitiren ilâç işçisi HASAN ATEŞ’in anısına...”
Vedat Türkali

Yeşilçam Dedikleri Türkiye

            “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” kitabı, Vedat Türkali’nin bizzat deneyimlediği sinema dünyasının içinden, Türkiye’deki entelektüel kesimin toplumsal muhalefet konusundaki savruluşlarını, faşizan yönetimin uygulamalarını, 70’li yılların Türkiye’sinde yaşananları anlattığı bir eser mahiyetindedir. Onur Günay’ın Vedat Türkali ile yaptığı söyleşide[1] yazar sinema dünyasında karşılaştığı politik çatışmaları, karşılaşmaları, sansürü adeta bir roman yazarmışçasına aktarmaktadır. Türkali’nin bütün kitaplarında olduğu gibi ayrıntılı ve derinlikli işlenen bir çok konu içeren bu kitabı incelerken boğulup,savrulmamak için, ataerki ve toplumsal cinsiyet konularının perspektifinde insanların yaşadıkları iç çatışmaların toplumsal düzenden bağımsız olmadığını ve bu düzenin insanların kişilikleri üzerinde ne kadar baskın olduğunu, özgürlükçü ve muhalif kesimlerde bile ortaya çıkan cinsiyetçiliği temel çalışma başlığı olarak belirledim. Ayrı başlıklar halinde incelemeyecek olsam da alt başlıklar, kitaptaki toplumsal cinsiyet rollerinin normalleştirilmesi, erkek ve kadın cinselliğinin farklı görülmesi, özgürlükçü kesimlerin bile ataerkil tepilerle hareket etmesi olarak belirlenebilir. Kitap , diğer kitaplarında olduğu gibi, Türkiye soluna dair yapılan feodal,cinsiyetçi ve homofobik eleştirileri de içeriyor. Feminizmi burjuvazinin bir oyunu olarak gören geleneğin, ilerleyen dönemde güçlü bir biçimde kendini hissettiren Kürt toplumsal hareketine dair bakışını aydınlatan bir kitap olarak tasvir edilebilir “Yeşilçam Dedikleri Türkiye” çünkü toplumda var olan her soruna “ekonomik ilişki” perspektifinin dışına çık(a)mayan bir görüş eleştiriliyor.       

Üniversite Salonları Misafir Odası Değildir!

25.11.2010


Her gün bir tiyatro, sinema, dans, gösteri salonunun kapatılıp derslik yapıldığı, okul yönetimine göre daha gerekli olan şeyler –şirket toplantıları, kişisel gelişim seminerleri- için ayrıldığı günlerde, üniversitelerin kimin olduğunu sorgulamak daha bir gerekli geliyor. Boğaziçi Üniversitesi, İTÜ, İstanbul Üniversitesi, Eskişehir Anadolu Üniversitesi, Manisa Celal Bayar Üniversitesi, Marmara Üniversitesi; tiyatro kulüplerinin son dönemde daha da artan sorunlarla karşılaştığı, imkânlarının kısıtlandığı birçok Türkiye üniversitesinden birkaçı. Yıllardır giderek artan bu sorunlar gösteriyor ki bu durum ne rektörlük makamında kimin oturduğuyla ne de yönetimin o seneki halet-i ruhiyesiyle alakalı. Öğrenciler olarak kendi alanımızdan, kendi kampüsümüzden ne kadar çekilirsek söz söyleme alanımız o kadar daralıyor. Bizim faaliyetlerimize ev sahipliği yapması, bizim olması gereken salonlar parayı verenin kullandığı süitlere dönüyor. Unutmamak gerekir ki, buralar, üstü beyaz çarşaflarla örtülü koltuklarla döşenmiş, evin çocuklarının girmeye izinli olmadıkları misafir odaları değil, öğrencilerin faaliyetlerini, üretimlerini, paylaşımlarını gerçekleştirdikleri kampüs ortamlarıdır.

Taşkışla Sahnesi”Z” den Kırık Testi

Bilal Akar- Sema Taşdemir                                                                                                              26.05.2010


”Nedir adil davranıldığını hissettiren? Nereden gelir ve nereye gider vicdanın sesi? Kurtulmak için çaba gösterdikçe daha da derine çeken doymak bilmez bir bataklık gibi adalet oyunu… Güçlünün tekelinde…”
19. İstanbul Amatör Tiyatro Günleri  (İATG) kapsamında İTÜ Taşkışla Sahnesi’nin 2009-2010 eğitim prodüksiyonu olan “KIRIK TESTİ” adlı oyunu yer aldı. 
Oyun, 1808 yılında Alman yazar Heinrich Von Kleist tarafından yazılmış komedi türünde bir eser. Konusu itibariyle adalet olgusuna ağır bir eleştiri getiren yazarın bu oyununu, en verimli dönemi diye tanımlanan klasisizmden romantizme geçişinde tamamladığını biliyoruz. Yazar aynı zamanda bu oyununda, ”Kırık Testi” metaforu üzerinden namus olgusunun da muhakemesini yapıyor. Zira oyunda kırılan testi, Bayan Martha’nın kızı Eve’ in lekelenmiş(!) namusu. Oyun kırılan testilerinin davasını görmek için mahkemeye başvuran dul anne Martha ve aynı evde yaşadıkları destekçisi bekâr teyze Carla’nın haklarını istemeleriyle başlıyor, çeşitli olaylar çerçevesinde de testiyi asıl kıranın mahkemenin yargıcı olduğu ‘’sürpriz”iyle sonuçlanıyor. Yıllardır özenle koruduğu, vatanseverliğiyle eşdeğerde olduğunu iddia ettiği yadigar testisinin kırılması üzerine bayan Martha, kızının yeni nişanlısı Ruprecht’i testiyi kırdığı gerekçesiyle mahkemeye verir. Babası Veit Tümpel tarafından Eve’e olan sevgisinin sürekli manipüle edildiği Ruprecht ise kendisini savunarak tersine aldatılmış ve mağdur ve erkeklik onurunun zedelenmiş olduğunu öne sürer. Gerçeği yalnız kendisinin bildiği Eve’in susmasının nedeni, yargıcın onu, savaşın olduğu sırada Ruprecht’i askere göndermekle tehdididir. O sırada köy mahkemelerini denetlemekle görevlendirilmiş müfettiş Walter, Yargıç Adam’ın köyüne gelir. Deneyimli ve ”despot” müfettiş Walter huzurunda görülen bu davanın nihayeti Ruprecht’in halası Bayan Brigitte’in olayları aydınlatmasıyla gelir. Bayan Brigitte’in mahkemeye delil olarak sunduğu birçok gereçle suçlunun Yargıç Adam olduğu anlaşılır. İlk sahnede ön oyun olarak gördüğümüz Adam’ın rüyası son sahnede artık gerçeğe kavuşmuştur. Olayların aydınlanmasıyla birlikte önce müfettiş Walter’ın devletin bir organının onurunu koruma kaygısıyla yargıca karşı korumacı tavırlarını sonrasında da Yargıç Adam’ın tüymüş olduğunu görürüz. Tacizden, ataerkil ve milliyetçi normların kadın olmalarından dolayı üzerlerinde oluşturduğu baskılardan, mağdur kadınların (Eve ve hizmetçiler) somutlaştırılmış sağlam bir testi eşliğinde gelip kemerlerini çıkarmalarıyla oyun son buluyor.

Aristophanes’in “Eşekarıları” Oyunu Üzerine Güncel Bir Yorum

 06.05.2010


Bu yazı, Aristophanes’in bir sistem eleştirisi özelliği taşıyan “Eşekarıları” oyunu üzerine güncel olarak yapılabilecek yorumlar, eklemeler ve değiştirmeler konusunda bir giriş niteliği taşımaktadır. Büed Drama Komisyonu’nun[1] oyun incelemeleri kapsamında, oyunların dramaturjik ve olaysal bağlamda güncellenmesi tartışmalarına bir örnektir. Çalışma, geniş kapsamlı bir alternatif dramaturji ve güncelleme çalışması değil, Antik Yunan’daki adalet mekanizması ve iktidar odaklarının günümüz Türkiye’sinde nasıl farklı bir şekilde var olduğuna dair bir gözlem-yorum denemesidir. Günümüzde oyunu ele alırken siyasi olayların incelikle değerlendirilmesi, oyun dramaturjisinin yeni baştan şekillendirilmesi için oldukça önemlidir. Oyun üzerine yapılacak olan teatral yorumlar, politik gelişmelerle dramaturjik açıdan organik bir bağ içinde olduğundan zaman zaman politik dili öne çıkaran bir çalışma özelliği taşımaktadır.

Boğaziçi Üniversitesi'nde “Sakıncalı Piyade”

 10.04.2010
4 Mart Perşembe günü Uğur Mumcu’nun “Sakıncalı Piyade” oyunu  “Su Gösteri Sanatları Sahnesi” tarafından, Mehmet Ulay’ın yönetmenliğinde Boğaziçi Üniversitesi’nde oynandı. İki saat süren oyun yaklaşık beş yüz kişi tarafından izlendi.
    Bilindiği üzere oyun Uğur Mumcu’nun Sakıncalı Piyade kitabının, Uğur Mumcu ve Rutkay Aziz tarafından oyunlaştırılması. Oyun daha önce Rutkay Aziz’in yönetmenliğinde oynanmış ve oldukça büyük bir izleyici kitlesi tarafından izlenmişti. Oyun, kısaca, 12 Mart muhtırasından sonra yaşanan baskıları, hukuksuzlukları, yeni iktidara yamananları, sıkıyönetim mahkemelerini ve keyfi tutuklamaları sorunsallaştırıyor. Oyunun ana eleştirisi, kitapta olduğu üzere 12 Mart sonrası yaşanan hukuksuzluklar, Uğur Mumcu’nun hapiste yaşadıkları, tanık olduğu veya takip ettiği, toplumdaki, sıkıyönetim mahkemelerindeki ve ceza evlerindeki faşizm. 12 Mart’tan sonra bir hukukçu olan Nihat Erim’in başbakan yapılmasından sonra toplumda sol adına ne varsa üstüne hukuk dışı bir balyoz indirmeye çalışan hükümet, birçok insanı hapislerde ve işkence evlerinde çürütmekteydi. Nihat Erim’in “balyoz” gibi inen harekâtın sonunda yüzlerce kişi işkence görmüş, hapishanelere atılmış, ülkenin bağımsızlığı sloganıyla yola çıkan gençler katledilmiş, darağaçlarına gönderilmişlerdi. Oyunun finalinde video gösterisi bu dönemin toplumsal, siyasal bir özeti niteliği taşıyordu. Bu dönemi özetleyen Ziverbey köşkü, devrim için hala ordudan hareket bekleyen Doğan Avcıoğlu gibi insanların bu düşlerine konulan büyük bir nokta olarak tarihteki yerini aldı. Bunun yanı sıra oyunda Uğur Mumcu’nun tanıklığıyla 12 Mart döneminde, başbakanın şapkayı alıp gitmesinden sonra üniversitelerde isyan etmiş gençleri kendi çıkarları için kullanmaya çalışan öğretim görevlilerinin inkâra başvurmalarının ifşa edilmesi, bu insanların daha sonraki mevkileri, seyirciyi oturup düşünmeye zorluyor. Oyunun final sözü olan “Ne şeriat ne darbe”  günümüzdeki Ergenekon- Şeriat tartışmalarına bir yorum niteliğinde. AKP’yi oluşturan parçalardan biri olan İslamcı akımın varlığı bu tartışmada söylem olarak öne oturtulmuş durumda. Fakat tartışma, askeri istibdat-sivil istibdat çerçevesinden yürütülseydi daha geniş ve açık olabilirdi. Zira yaşanan politik kısır döngüde alternatif bakış açılarının geliştirilmesi bir zaruriyet halini almış durumda. Oyun, kurumların içindeki insanların kurumsal düşüncelerden farklı bakış açıları geliştirebileceği ve davranışlarını buna göre değiştirebileceklerini de göstermiş. Bunun insanlar üzerinden olduğu kadar devlet içindeki farklı iktidar odakları üzerinden de yapılması daha da faydalı olabilirdi. Zira devlet iktidarının tek yanlı değerlendirilmesi hem entelektüel hem de teatral açıdan eksiklikler içerebilir. Devlet ve işleyişi, Nazan Üstündağ’ın(1)  tanımladığı üzere, yekvücut bir canlı değil bir iktidarlar odağı. Güncele dönecek olursak, Türkiye’nin askeri vesayete karşı adımlar atmaya çabaladığı bu günlerde oyun, muhalif söylemi, faşizmin her türlüsüne karşı çıkarak oluştursa da, bu yorumlanırken konu şeriat-darbe ikilemine sıkıştırılmış gözüküyor.

Boğaziçi Üniversitesi’ndeki Alternatif, Muhalif Etkinlikler Üzerine

24.05.2010 

            12 Eylül sürecinden sonra Türkiye’nin geçirdiği değişimin, gençlik üzerinde her alanda büyük bir etki göstermiş tahribat yaratmıştır. İnsanların büyük çoğunluğunun siyasetle, gündemle veya sisteme muhalif hareketlerle tanışması üniversite hayatına kadar ertelenmektedir. Genel olarak liseli öğrenciler 80 öncesi dönemde hareket liderliği bile yaparken şimdilerde ancak üniversite sınavlarına hazırlanmaktadırlar. Yazıda derinlemesine olmasa da muhalif kesimlerin bu yüzden karşılaştığı sorunlara değineceğim.